Yolculuğumun bu seferki amacı bir gezi değil, gönlüme göre bir ev bulmak.
Henüz karar vermedim: Londra mı, Portsmouth mu? Belki büyük şehrin hareketliliği, belki de bu kıyı şehrinin dinginliği… Bir süre bu iki seçenek arasında gidip geleceğim sanırım.
Bundan böyle çocuklarımın ve benim bir ayağımız İngiltere’de olacak. Daha doğrusu benim bir ayağım İngiltere'de olacak (İkinci ayağımı atmayı düşünmüyorum) onlar, yavaş yavaş bu ülkenin ritmine alışıyor.
Ben ise hâlâ kendimi onlara karşı sorumlu hissediyorum. Kaybettiğim o güzel, büyük aile kavramından kopamıyorum; “birlikte olma” fikri içimde hep canlı. O yüzden en iyisi, ara ara kullanabileceğimiz, bir araya geldiğimizde bizi kucaklayacak bir evimizin olması. Yalnızca bir ev değil; aile bağlarımızı diri tutacak, hepimiz için bir buluşma noktası olacak bir yuva…
Buraya gelişim hafta sonuna denk geldiği için çocuklarla birlikte kahvaltıya gidiyoruz.
Şehrin kalabalığından uzak, küçücük bir kafe… Sadece 3-5 masalık. Metal çerçeveli kare camlardan içeriye sabah ışığı süzülüyor. Duvarlarda renk renk posterler; kimi eski bir konser afişi, kimi vintage bir film karesi. Hepsi mekâna ayrı bir ruh katmış.
Arka tarafta küçük bir mutfak var. Kahvaltıyı özenle hazırlayan kafenin sahibi kadın, buranın kalbi gibi.... Kahvaltının kokusu, sohbetin sıcaklığıyla birleşince, masamız birden küçük bir evin mutfağına dönüşüyor.
Şehri anlatmaya geçmeden önce ufak bir coğrafi özet geçeyim. Portsmouth İngiltere’nin güneyinde, Hampshire bölgesinde yer alıyor ve Portsea Adası adı verilen küçük bir ada üzerinde kurulmuş. Bu yüzden Portsmouth, İngiltere’nin tek ada şehri olma unvanına sahip.
Portsea Adası ise anakaraya sadece birkaç noktadan; karayolu ve birkaç köprü ile bağlanmış.
Etrafında yürüyüş yapanlar, güneşin tadını çıkaranlar ya da denizi izleyenler için burası sıradan bir sahil manzarası olabilir. Ama 16. yüzyılda burası, İngiltere’nin en önemli savunma noktalarından biriymiş.
1544 yılında Kral VIII.Henry, Avrupa’nın iki büyük (Fransa ve İspanya) Katolik gücünün birleşip ülkesine saldıracağından emin olunca, İngiltere’nin güney kıyılarını savunmak için bir dizi kale yaptırmış. işte, Southsea Castle da bu savunma hattının en önemli halkalarından biri...
O gün Kral VIII. Henry, bu kalenin burçlarından kendi filosunu izliyormuş.
Ve gözlerinin önünde, en gurur duyduğu savaş gemisi Mary Rose, rüzgâr yönünün değişmesiyle batmış.
Bugün Southsea Castle’ın hemen karşısındaki denizden çıkarılan Mary Rose enkazı, Portsmouth Historic Dockyard’da sergileniyor. oraya bu gelişimde gidemedim ama aklımda.
Kalenin taş duvarlarını arkamda bırakarak Esplanade boyunca yürümeye başlıyoruz. Yolun iki yanında sahil hayatı akıyor: bir tarafta denizin tuzlu rüzgârı yüzüme çarpıyor, diğer tarafta yemyeşil Southsea Common uzanıyor.
Yol boyunca küçük kafeler sıralanmış; çoğunda espresso ve dondurma satılıyor. İnsan ister istemez birini seçip denize karşı oturmak, bu huzurlu manzarayı biraz daha uzun yaşamak istiyor.
Yaz aylarında konserler, festivaller, piknikler ve açık hava etkinlikleri burada sıkça yapılıyormuş. Kısacası, Southsea Common, yürüyüş ve sahil gezintilerini daha keyifli hale getiren, Portsmouth’un nefes alanlarından biri diyeceğim ama... şehrin içi de temiz son derece sakin ve doğa ile iç içe...
Sahil yolunun sonunda South Parade Pier'e geliyoruz. Ahşap zeminli bu ikonik iskele, dalgaların altından gelen sesi, martıların çığlıklarını ve deniz manzarasını bir arada sunuyor.
Suyu oldukça soğuk ve denize girmek biraz tehlikeliymiş ama güneşlenmeye engel yok tabi:)
Bu şehirde herhangi bir araca binmeye hiç gerek duymuyorum çünkü her yer neredeyse yürüme mesafesinde...
Zaman zaman uzun yürüyüşler yorucu olsa da Portsmouth’ta yürümek başlı başına bir keyif. Adımların seni hep deniz kokulu sokaklara, yemyeşil parklara ya da tarih kokan caddelere götürüyor.
Öğleden sonra, Portsmouth’un modern yüzünü yansıtan, hem alışveriş hem de eğlence için kurulmuş canlı bir bölgesine geliyoruz. Bu bölgenin adı Gunwharf Quays...
Eski bir donanma tersanesi olan bu alan, yıllar içinde yenilenerek bugün şehrin en hareketli liman noktalarından birine dönüşmüş.
Limanın hemen kıyısında, teknelerin ve feribotların yanaştığı rıhtım boyunca sıra sıra restoranlar, barlar ve kafeler bulunuyor. Özellikle akşamüstü güneş batarken masalarda oturup manzarayı izlemek, şehrin en güzel anlarından biri. Deniz kokusu, fonda hafif bir müzik ve martı sesleri… Tam bir Portsmouth klasiği.
Gunwharf Quays aynı zamanda outlet alışveriş merkezi. Yaklaşık 90 markanın mağazaları burada yer alıyor. Fiyatlar şehir merkezine göre daha uygun. Bu yüzden hem yerli halk hem de turistler alışveriş için sık sık buraya uğruyorlar.
Gunwharf Quays’ın tam kalbinde yükselen The Spinnaker Tower, Portsmouth’un simgesi haline gelmiş bir yapı. Adını, rüzgârla şişen “spinnaker” adlı yelkenden alıyor ve tasarımı da bu yelken formundan esinlenmiş.
170 metre yüksekliğiyle İngiltere’nin en etkileyici gözlem kulelerinden biri olarak kabul ediliyor.
Ancak, Spinnaker Tower sadece bir gözlem noktası değil; aynı zamanda Portsmounth'un ruhunu temsil eden bir sembol. Yelken formuyla şehrin denizle olan tarihsel bağını selamlıyor, geceleri ise ışıklarıyla limanı aydınlatıyor.
Gunwharf Quays’ın çevresinde yükselen apartmanlar Portsmouth’un modern yüzünü yansıtıyor. Bazı apartmanlar cam cepheli, bu binalar hem limana hem de denize bakan konumlarıyla dikkat çekiyor. Limanın ışıkları suya vurdukça, bu modern bloklar neredeyse denizin bir parçasıymış gibi parlıyor.
Akşamüstü olduğunda balkonlarda oturan insanları, ellerinde birer kadeh şarapla gün batımını izlerken görmek mümkün.
Bu apartmanlar genellikle yeni yapılmış rezidans tarzında; alt katlarında kafeler, marketler ve butik mağazalar yer alıyor. Şehrin tarihi dokusuyla modern mimarinin yan yana durduğu bu alan, Portsmouth’un dönüşümünü en net şekilde hissettiren yerlerden biri.
Yaklaşık on dakikalık bir yürüyüşün ardından Camber Docks’a geliyoruz.
Burası Portsmouth’un en eski limanı… küçük balıkçı tekneleriyle bambaşka bir dünya gibi. Modern Gunwharf’tan çıktıktan sonra, sanki zamanda geriye gidiyoruz.
Limanın kenarında hâlâ sabah erken saatlerde denize açılan balıkçıların tekneleri bağlı. Rüzgârla karışan tuz kokusu, taş rıhtımın üzerinden esiyor. Burada kısa bir mola verip manzarayı izlemek, şehrin denizle olan bağını daha derinden hissettiriyor.
Camber Docks’tan birkaç dakika daha yürüyünce, yol sizi "Spice Island’a götürüyor. Bu bölge Portsmount'un en eski yerleşim yeri. Adını yüzyıllar önce buraya gelen baharat gemilerinden alan bu küçük yarımada, şehrin geçmişinin canlı bir hatırası gibi...
Taş evler, eski depolar, denize uzanan rıhtımlar ve.... köşedeki ünlü The Still & West pub’ı (fish and chips yemekten vazgeçemediğim mekan)…
Her biri, Portsmouth’un denizle yoğrulmuş tarihinden bir parça taşıyor.
The Still & West, limana nazır bir İngiliz klasiği... Bina 18. yüzyıldan kalma ve eski bir denizci pub’ı... Zamanla şehrin en sevilen buluşma noktalarından biri hâline gelmiş. İçeri adım attığında ahşap zeminlerin gıcırtısı, taş duvarların dokusu ve deniz tuzuyla karışık bira kokusu sana hemen “İngiltere’deyim” hissini veriyor.
Menü klasik İngiliz pub yemekleriyle dolu; özellikle fish & chips ve taze deniz ürünleri favorim oldu. Ama buranın balığı gerçekten bir başka. Sıcak patates kızartmaları ve limonla servis edilen çıtır balığın yanında soğuk bir pint bira alırsan, İngiltere deneyimini tamamlamış oluyorsun.
Aslında bu bölgeyi anlatmadan önce Old Portsmounth'un tarihinden biraz bahsetmeliyim. İnanın buradaki isimler size hiç yabancı gelmeyecek.
Portsmouth’un kökeni 12. yüzyıla, yani 1194 yılına kadar uzanıyor. İngiltere Kralı II. Richard, nam-ı diğer Aslan Yürekli Richard, burada stratejik bir liman kasabası kurulması için emir veriyor. Amaç, İngiltere’nin güney kıyılarını savunmak ve Fransa ile deniz ticaretini güvence altına almakmış.
Kurulduğu dönemde Portsmouth, yalnızca küçük bir balıkçı köyü değil, aynı zamanda İngiltere’nin deniz savunmasının kilit noktalarından biri olarak planlanmış. Zamanla burası Kraliyet Donanması’nın ana üssü haline gelmiş. Özellikle Tudor dönemi(1500’ler) ve Napolyon Savaşları sırasında Portsmouth, İngiltere’nin askeri kalbi olarak büyümüş.
İşte Old Portsmounth'a yakışan bir heykel. 19.yüzyılda Amerika’ya göç eden İngiliz ailelerine adanmış bir eser... Heykelin adı “The Immigrants’ Statue” ya da tam adıyla “The Emigrants – To the New World” olarak geçiyor.
Yine Old Portsmouth’ta yer alan bu tarihi bina, Domus Dei, yani “Tanrı’nın Evi” olarak anılıyor. İlk olarak bir piskopos tarafından hastane ve barınma yeri olarak inşa edilmiş. Yapı, uzun bir salon şeklinde tasarlanmış ve salonun her iki tarafına hasta yatakları yerleştirilmiş. Salona bitişik doğu kısmı ise hastane şapeli olarak kullanılmış.
Yukarıda fotoğrafı olan The Square Tower da Old Portsmouth sınırlarında, limanın tam girişinde VII Henry tarafından savunma amaçlı yapılmış. Kare biçimli taş yapısı, tarihi boyunca depo, cephanelik ve vali konutu olarak kullanılmış.
Bugün ise şehrin tarihine tanıklık eden sessiz bir simge...
O dönem Portsmouth, Yeni Dünya’ya (özellikle Amerika ve Kanada’ya) giden göçmen gemilerinin önemli çıkış noktalarından biriymiş.
Heykel de bu “yola çıkış” anını anlatıyor; Baba’nın ayakta durup ileriye bakışı, “gideceğimiz yer” hissini; annenin oturuşu ve kızını sarmalayışı, “arkada bırakılan hayat” duygusunu; oğlanın yengeçle oynaması ise çocukların bu büyük değişimi anlamlandıramayışını simgelemiş.
Heykel de bu “yola çıkış” anını anlatıyor; Baba’nın ayakta durup ileriye bakışı, “gideceğimiz yer” hissini; annenin oturuşu ve kızını sarmalayışı, “arkada bırakılan hayat” duygusunu; oğlanın yengeçle oynaması ise çocukların bu büyük değişimi anlamlandıramayışını simgelemiş.
Daha sonra Anglikan Kral VIII. Henry’nin manastırları feshetmesiyle birlikte Domus Dei el değiştirmiş ve uzun yıllar cephane deposu olarak kullanılmış.
Ne yazık ki, 1941’de II. Dünya Savaşı sırasında Alman bombardımanları sonucu binanın orta bölümü çatısız kalmış. Yine de şapel kısmı ayakta kalarak tarihi dokuyu günümüze taşımış.
Burayı gezerken geçmişin atmosferini öyle yoğun hissettim ki… Çok tanıdıktı, çok bilindikti.Ne yazık ki, 1941’de II. Dünya Savaşı sırasında Alman bombardımanları sonucu binanın orta bölümü çatısız kalmış. Yine de şapel kısmı ayakta kalarak tarihi dokuyu günümüze taşımış.
Sanki belleğimin bir yerinde saklı kalmış film sahneleri bir anda yüzeye çıktı. Bunu başka türlü açıklayamam.
FarFarOut, el yapımı ekşi mayalı pizzaları ve zanaat (yani fabrikasyon olmayan) biralarıyla tanınan bir pizzacı... Mekan, rahat ve ortamı oldukça samimiydi.
Yine de savaş sonrası yapılan evler Viktorya tarzına benzetilerek inşa edilmiş.
Bu yüzden şehirde yürürken o nostaljik dokuyu hissetmek çok normal; Portsmouth, geçmişini korumayı seven bir şehir.
Portsmouth’un yüzölçümü küçük — sadece kırk kilometrekare civarında. Fakat bu dar alanın içinde hem tarihi liman, hem modern sahil bölgeleri, hem de üniversite kampüsleri bir arada.
Deniz neredeyse her noktadan görünüyor. Belki de İngiltere’nin en güneşli şehri olarak bilinen Portsmouth, bana oldukça yaşanası geliyor.
Ertesi gün alışveriş yapmak için marketin birinden girip diğerinden çıkıyorum. En çok ne dikkatimi çekiyor? Raflardaki ufacık plastik kaplara konmuş birkaç parça doğranmış meyve veya biraz ötedeki yan rafta yerini almış olan minik paketlerdeki çerezler...
Bu tür ambalajlar bana hep yalnızlığı ya da kıtlık bilincini hatırlatıyor. Her şey tek kişilik, her şey ölçülü... sanki paylaşılmak değil, idare edilmek için tasarlanmış...
Marketlerde çok yaşlı insan görüyorum. Yavaş yürüyorlar, tekerlekli sandalyede gelen de var. Bazen market arabasına tutunarak ilerliyorlar. Onlara bakarken, “yalnız olmasalar burada olmazlardı” diye geçiriyorum içimden. Birinin onlar için alışveriş yapabileceğini, belki evde bekleyen birinin olabileceğini düşünmek istiyorum ama çoğu kez olmuyor. İnsanların bu kimsesizliği içimi üşütüyor.
Yalnızlık, bana göre zaman zaman bilinçli bir tercih olmalı derim. İnsanın kendi iç dünyasına olan yolculuğunu böyle zamanlarda gerçekleştirdiğini düşünürüm hep.
Ama ya zorunlu yalnızlık? O başkalarının gürültüsünün bittiği, sessizliğin bir duvara dönüştüğü hâl... İşte o başka bir şey.
Neyse, ben yine alışverişe döneyim. Alıştığım tatları sevdiğimden Türk marketlerini de arayıp buluyorum ve alışverişin bir kısmını da oradan yapıyorum. Maydanozum eksik kalıyor bir Uzakdoğu marketinden de maydanoz alıp eve geliyorum. Öncelikli amacım bol bir salata yapmak.
Aman tanrım o da ne? Salatanın içindeki maydonoz sandığım şey iğrenç bir tat, sabunumsu kokuyor. Sonradan öğreniyorum ki bu yeşilliğin ismi "coriander" Ülkenin yarısı bu yeşilliği çok severken diğer yarısı da nefret ediyormuş. Ortası yok yani:) Bu tat durumunun insan genetiği ile alakası var dediler. Ne kadar doğru bilmiyorum.
Özellikle gün batımına doğru, süzülen altın rengi ışıkla birlikte ortam bambaşka bir güzelliğe bürünüyor. Feribotlar geçerken dalgalar duvarlara çarpıyor, uzaktan martı sesleri geliyor.
Bence The Still&West, sadece bir pub değil, Old Portsmouth ruhunu birebir yaşatan bir nokta. Tarihi binasıyla, deniz kokulu havasıyla ve Spinnaker Tower manzarasıyla burası şehrin en unutulmaz duraklarından biri.
Konu nereden açıldıysa Bodrum'u konuşuyoruz. Bodrum'u öven İngilizler... Hahaa sohbet ve bira olunca da ben:)
Deniz durgun, yüzeyi bakır rengi. Bir anda dev bir feribot beliriyor. Yanımızdan geçerken motorun derin sesi suyun içinde yankılanıyor. Büyük ihtimalle Fransa’ya gidiyor, belki de daha güneye... İspanya’ya...
Düşünüyorum da, oralara gitme isteği içimde kıpırdanmıyor.
Düşünüyorum da, oralara gitme isteği içimde kıpırdanmıyor.
Sadece var olan anı yaşıyorum; Güneşin denize bıraktığı turuncu bir çizgiyi, insanların neşesini ve Portsmouth’un yavaşlayan zamanını...




















































