HOLLANDA

 

Bu kez Hollanda'ya gidiyorum. Tıp Fakültesini bitirdikten sonra Hollanda'da üniversiteye başlayan ikiz kızlarımdan biri beni Amsterdam Havaalanı'nda karşılayacak.

Bu seferki gidiş amacım gezmekten çok ziyaret. Gezmekle ziyaret arasında bir fark var mı derseniz?... kesin var derim. Bir ülkeye gezmek için gittiğimde durup dinlenmeden her sokağına girmek isterken iş ziyaret olunca şimdiki gibi, kızımın ihtiyaçları ağır basıyor. Ya da gezmekten çok canımla bir cafeye oturup sohbet etmek zamanın nasıl da hızla aktığını fark etmemek daha cazip geliyor. 

Bundan tam 20 yıl önce Amsterdam'a gelmiştim. Bu kez Hollanda'nın Güney Doğusu'nda bulunan, Almanya ve Belçika sınırları arasında konumlanan, Hollanda'nın en eski şehirlerinden biri olan Maastricht'e geçeceğim. 

Nihayet 4 saat süren İstanbul-Amsterdam uçuşu bitiyor. Kızımla buluşuyorum. Daha sonra Amsterdam'a tekrar gelmek üzere Maastricht'e geçeceğiz. Burada havaalanı ve tren istasyonu iç içe... Birinden inip diğerine geçiyorsun. Orada sorun yok:))

Sorun başka yerde... 
Normalde Amsterdam-Maastricht arası tren yolculuğu 2.5 saat sürüyor. Ancak bizim yolculuğumuz tam saat tutmamakla birlikte 7-8 saat kadar sürdü. Yolculuk tam bir kabusa dönüştü, üzücü durumlar yaşadık. 
Yolu daha yarılamamıştık ki, tren acı bir frenle durdu. Meğer bir intihar olayı yaşanmış, biri trenin önüne kendini atmış. İntahar edenlere çok üzülürüm; "Nasıl bir cehennemin içinde yaşıyordu da bu yolu seçti?"diye... Son yıllarda yaşadıklarımdan dolayı zaten ben yaralıyım, ekstra yükler bana ağır geliyor. Böyle olunca da dengem sarsıldı.
Neyse, uzun bir süre polisin gelmesi beklendi. Birkaç saat sonra anons yapıldı başka bir trene geçmemiz gerekiyormuş, içinde bulunduğumuz tren olay yerinde kalacakmış.
Yenisini bekledik, geldi ve yola çıktık. Bir süre gittik gitmedik bindiğimiz tren de durdu. Bu sefer makinistin kalp krizi geçirip ex olduğunu öğrendik. Normalde Türkiye'de olsam başıma bu tarz aksilikler gelse tüm bunların bana uyarı olduğunu düşünüp hemen geri dönerim. 
Gel de Hollanda'nın kırsalında geri dön. Ne bir taksi, ne bir araç öylece kalakaldık. Üçüncü trenin gelmesini bekledik.
Bu ara canım kızım flamenkçeyi yeni yeni söküyor, çevremizdekilerle ısrarla flamenkçe konuşuyor. Konuşmalar vızıltı gibi, ben kafayı yiyeceğim. Şiddetli bir baş ağrısı beni benden almış. Ancak sabaha doğru dört gibi değiştirdiğimiz 3. tren ile Maastricht'e giriyoruz. Allahtan ev şehir merkezinde, sokaklarda  hala gençlerin kahkahaları var, hafif bir yağmur eşliğinde yürüyerek eve geliyoruz.

MAASTRICHT
Maastricht'teki ilk günümde öğlene doğru uyanıp evin bahçe ve balkon karışımı avlusuna çıkıyorum ve tarihi bir kiliseyle yüz yüze geliyorum, arada sadece bir duvar var. 
Evin tavanları çok yüksek bu durum ferahlık hissi vermekle birlikte o sıcak yuva anlayışından uzak bir soğuklukta.. Kızımdan öğrendiğime göre kaldığı ev üçyüz yıllıkmış.
Yukarda da dediğim gibi Maastricht Hollanda'nın en eski şehri. O kadar ki Maastricht’in hemen güneyinde, Belçika sınırına yakın bölgelerde bazı mağaralarda Neandertal kalıntıları bulunmuş. Maastricht’in yer aldığı Limburg bölgesi, tarih öncesi dönemde Neandertallerin geçiş yolu olarak kullanılmış. Sonuç olarak bu bulgular Neandertallerin hem avlanma hem de geçiş amacıyla burada bulunduklarını gösteriyor. 
Eski şehir deyince ben de çok abarttım farkındayım;)))

Günün ilk kahvesini içtikten sonraki akışımız; bana bir bisiklet kiralamak sonra da bisikletlerimizle markete gidip alış veriş yapmak oluyor.
Yıllardır bisiklete binmemişim. Elbette bisiklete bir kez binmeyi öğrendikten sonra unutulmuyor ama buradaki bisikletlerin frenleri önde, gidonda değil. Durabilmek için pedalleri geri sarmak lazım. Bir de hangi yöne dönecekseniz o kolunuzla işaret verip bu ara, direksiyonu tek elle tutup ters pedal yapıp hızı azaltmak ve yıllar sonra bisikletin üzerinde dengede durmak gibi teferruatları da hatırlamak gerekiyormuş. Beynimin her iki hemisferini koordineli çalıştırana kadar bir iki kez bisikletten düşmedim desem yalan olur.

Maastricht nasıl bir şehir derseniz başlıca iki şey hafızamda yer etti. Birincisi çok eski bir şehir olduğu. Tarihin akışını katman katman burada görebiliyorsunuz. Roma devrinden kalan bir sur gördüğünüz gibi en modern binaları dahi göreceğiniz bir yer diyeceğim ama... Hayır! demiyorum çünkü burada neredeyse yeni bina yok gibi, Bana göre Maastricht'in en önemli özelliği bu. Tarih burada iç içe geçmiş yavaş yavaş gelişmiş ve bir yerde durmuş.
Şehrin ikinci özelliği ise tabii ki bisikletleri. Neredeyse çok az motorlu taşıtın olduğu trafik kurallarının ve araç park alanlarının bisikletlere göre düzenlendiği bir şehir. 

Şehrin diğer önemli özelliklerinden biri; uluslararası alanda tanınmış ve saygın bir araştırma üniversitesine sahip olması. 1976 yılında kurulan üniversite, Hollanda'nın en genç üniversitelerinden biri...
İngilizce eğitim veren üniversite dünyanın birçok yerinden öğrenci barındırıyor. Maastricht bu yüzden genç nüfusun çok olduğu bir şehir. Cadde ve sokaklar hep gençlerle dolu. Bu kadar yaşlı bir kenti ancak gençler neşelendirirdi diye düşünüyorum. Muhteşem bir tezat oluşturmuş.

Maastricht'in Avrupa tarihinde önemli bir yeri var aslında. 7 Şubat 1992 yılında yukarıda resmi olan 17.yy dan kalma Belediye binasında Maastricht Antlaşması (Resmi adıyla Avrupa Birliği Antlaşması) imzalanmış. Daha önce ismi Avrupa Ekonomik Topluluğu olan topluluk bu antlaşmayla Avrupa Birliğine dönüştürülmüş. Bu değişimle birlikte Avrupa ortak para birimi olan Euro kullanılmaya başlanmış. Avrupa birliği sınırları içerisinde yaşayan insanlara Avrupa Birliğinde bulunan bütün ülkelerde özgür yaşama ve çalışma izni de verilmiş.

Belediye binasının önündeki alanda her gün yerel bir pazar kuruluyor. Onlarca, yüzlerce Hollanda peyniri... Çeşit çeşit... Her peyniri tatma imkanı var. Benim gibi peynir canavarı için bulunmaz bir nimet. 

Maastricht'in içinden geçen Meuse (Maas) Nehri, şehre hayat veren önemli bir doğal güzellik. Şehrin en güzel manzaralarını karayla suyun birleştiği bu bölgelerde görebilirsiniz.
Karşıda görülen yapı ise Aziz Meryem Bazilikası. Tarihi 11. yüzyıla kadar giden Maastricht’in en eski taş yapılarından biriymiş.














Maas Nehri'nin en tarihi ve en eski köprüsü ve aynı zamanda Maastricht'in simge yapıları arasında sayılan St. Servatius Köprüsü...
Köprü, yaklaşık 13. yüzyılda inşa edilmiştir ve adını Maastricht'in ilk piskoposu ve koruyucu azizi olan St. Servatius'tan almış.
Sadece yaya ve bisiklet trafiğine açık olan köprü Avrupa'nın da en eski taş köprülerinden biri olarak kabul ediliyor. Orta Çağ'dan günümüze ulaşan bu yapı, Maastricht'in tarihi dokusunun önemli bir parçası olarak kabul ediliyor.

Şimdiye kadar gördüğüm en ilginç, en zengin, en canlı diyeceğim bir kitabevini ziyaret ediyoruz. Burası Maastricht için oldukça ikonik bir yer olmakla birlikte ayrıca dünyaca ünlü olan eşsiz bir kitabevi.
Bu ara küçük bir not; yazarken fark ettim, sanki daldan dala atlıyor da öyle anlatıyormuşum gibi gelse de Maastricht aslında 120 bin nüfusu olan küçük bir kent. O yüzden ziyaret ettiğimiz tüm yerler birbirine çok yakın. Hele ki bisikletiniz varsa her yer hepten yakın.

700 yıllık Dominikan manastır kilisesinin içine kurulan bu kitapçı, tarih ve modern tasarımın mükemmel bir birleşimi...
13. yüzyıldan kalma bu Gotik kilise, Maastricht'in 1974yılında Napoleon tarafından fethedilmesine kadar Dominik kilisesi olarak işlev görmüş, bu gurubun ülke dışına çıkarılmasından sonra da önce kısmen kilise, sonra depo, daha sonra da dev bir bisiklet park yeri olarak kullanıldıktan sonra son olarak 2006 yılında kitabevine dönüştürülmüş.
Orijinal kilise unsurları olan; yüksek tavanlar, süslemeli sütunlar ve Gotik vitray pencereler korunmuş. Kitabevinin merkezinde yükselen çelik kitap rafları, üç kata kadar uzanmış ve tarihi atmosferle çarpıcı bir kontrast oluşturmuş.

Canım kızımla sokak aralarında uzun yürüyüşler yapıyoruz. Maastricht İkinci Dünya Savaşı'ndan önemli ölçüde etkilenmiş. 1940 yılında Almanya'nın Hollanda'yı işgal etmesinin ardından, Maastricht, savaşın ve işgalin ağır sonuçlarını yaşamış.
Bazı evlerin önündeki kaldırımlarda metal levhalar gözümüze ilişti. Bu evlerin sakinleri Alman kamplarında öldürülmüş ve onların anısına evlerinin önüne bu levhalar çakılmış. 
Sonuç olarak, Maasticht'teki metal levhalar,  savaşın acılarını ve kayıplarını unutmamak, bir halkın ve toplumun geçmişini onurlandırmak amacıyla önemli birer hatırlatıcı olarak oraya konulsa da güçlü her zaman zayıfı bir şekilde eziyor.

Ara sokaklardan Rechtstraat'a geçiyoruz. Burası Maastricht'in popüler ve tarihi bir alışveriş caddesi... 
Butik mağazalar, antikacılar, kitapçılar ve özel tasarım ürünler satan dükkanlarıyla ünlü...Zincir mağazalardan çok yerel işletmelerin bulunduğu bir cadde olduğundan benzersiz seçenekler bulunmakta..

Yukarıda fotoğrafta görülen yer Maastricht tren istasyonu. 1853 yılında açılmış olan bu istasyon, tipik bir Hollanda istasyon mimarisine sahip ülkenin en eski tren istasyonlarından biri... Ayrıca hem yerel hem de uluslararası demiryolu bağlantılarına sahip. Uluslararası bağlantı diyorum ama burada bir ülkeden diğerine geçmek şehir değiştirmek gibi. 
Neyse, artık Maastricht'ten ayrılma vaktimiz geldi. Trenle Utrech'e geçeceğiz.

UTRECH
Hiç aklıma gelmezdi bu kenti göreceğim. Amsterdam'a geçerken uğradığımız bir yer Utrecht... Sırt çantalarıyla gezmek böyle bir şey. Gelirken yanıma aldığım valiz Maastricht'te kaldı. Zaten valizin içi kızımın benden istediği kıyafetlerle doluydu. 
Yaklaşık 2 saat süren tren yolculuğundan sonra Utrecht'te geldik. Maastricht'ten farklı bir şehir. İlk dikkatimi çeken Türk nüfusunun burada fazla oluşuydu. Neredeyse adım başı türkçe konuşanlara denk geldik. Dedim ya Maastricht'ten farklı bir şehir. Binalarıyla farklı, kalabalık oluşuyla farklı, Hollanda'nın 4. büyük şehriymiş, büyüklüğü ile farklı... 
Göründüğü kadarıyla ilk etapta çok cazip bir yer değil. Olsun değişik bir coğrafyada olmak yine de güzel!

Utrecht, sadece Hollanda’nın değil, aynı zamanda dünya çapında bisiklet başkenti olarak tanınan bir şehir. Dünyanın en büyük bisiklet otoparkı da yine Utrecht'te...
Biz de bisiklet kiralayarak kanal kenarlarında, sokak aralarında kaybolup gidiyoruz. 

Utrecht’te De Meern mahallesinde bulunan De Hoogstraatse Molen, şehrin en tanınmış büyük değirmenlerinden biri... Orada ufak bir mola veriyoruz. 
Mahallenin arasında, evlerle dip dibe devasa bir değirmen görmek oldukça ilginç... Ancak değirmenin tarihi olduğunu düşünürsek değirmenin bir suçu yok; evler gelip onun alanını istila etmiş. 








Merkez çarşıya geldik. Çarşı sokakları dar ve çok kalabalık. Bisikletleri bırakıyoruz. Biraz alışveriş yapmamız lazım. Ama daha öncesi, yorulmuş ve acıkmış olduğumuzdan "Pizza can''dır diyor benim en sevdiğim şekilde hamuru fazla pizzalardan ısmarlıyoruz. 
Blogu yazarken fark ettim, bu gezide kızımla yan yana hiç selfie almamışız. Çok az fotoğraf çekmişim. Sürekli bisiklet tepesinde olmanın bunda etkisi var sanıyorum. Artık yürümeyi özledim!

Yukarıda fotoğrafları olan yer Utrecht'e 5 km uzaklıkta ya da araçla 10-15 dakikada ulaşacağınız bir kasaba... İsmiyle söylersek burası Oud-Zuilen... Özellikle tarihi yapıları ve Vecht Nehri kıyısındaki doğal güzellikleriyle biliniyor.
Biz burayı yüksek puanlı bir otel ararken bulduk. iyiki de bulmuşuz, ilginç bir yerdi.














Otelin adı "Logement Swaenenvecht" olarak geçiyor. Yani bir konaklama evi...
1678 yılında inşa edilmiş ulusal anıt statüsündeki bu bina, dokuz odasıyla misafirlerine hizmet veriyor. Her bir oda birbirinden farklı tarihi detaylar gözetilerek dekore edilmiş. Aynı zamanda tarihi detayların yanında modern konforun da olmasına özen gösterilmiş. 

Kapının tokmağını vurup bekliyoruz. Orta yaşlarda, güzel sarışın bir kadın bize kapıyı açıyor. Burası ev gibi, öyle lobisi falan yok. Kadın bizi evin salonuna benzer bir yere alıyor. Sonradan öğreniyorum ki burası kahvaltı salonuymuş, herkes bir masanın etrafında kahvaltı ediyor. Yüksek tavanlı, geniş pencereli salon, çok büyük ve bakımlı bir bahçeye açılıyor.

Görevli kadın sıkılmadan bize antika objeleri gösteriyor. İlginç olan da otel de ondan başka çalışan yok gibi...


Soldaki spor bisikleti 1929 yılına aitmiş. Kadın bisikletin hala çalıştığını söylüyor.
Sağdaki fotoğrafta görülen dolabın ise ilginç bir hikayesi var. 
Swaenenvecht Konaklama Evi'nin hemen bitişiğindeki evde bu binanın sahibi oturuyormuş ve iki binayı birbirine bağlayan geçit bu dolabın içinden geçiyormuş. Dolap toplantı salonunda bulunuyordu. Bir düşünün tam hararetli bir toplantının ortasındayken dolabın içinden bir adam çıkıyor:))) Güldüğüme bakmayın tam da böyle oluyormuş.
Logement Swaenenvecht'teki bunca antika objeyi toplayan da dolabın içinde gezinen bu adamdan başkası değilmiş.

Sonra odamıza çıktık. Bizim payımıza Bentley Odası çıktı. 

Ertesi gün Amsterdam'daydık. yukarıda fotoğrafı olan dev bina Merkez Tren İstasyonu. İstasyon yapay bir ada üzerine yapılmış. Ancak o kadar köprü ve yollarla bağlantısı var ki adada olduğunuzu anlamıyorsunuz.
Utrecht-Amsterdam arası ise ortalama 40km... Yol, trenle 20-25 dakika kadar sürüyor. 
Yıllar önce Amsterdama gelmiştim. O zaman yağmurlu bir günde kanal turu yapmış, Red Light Sokağı'na uğramıştık. Bu kez bu aktiviteleri atlıyorum.

Soslu Hollanda patates kızartması yemek için "Vlaams Friteshuis Vleminckx"e giderken önünden geçtiğimiz ünlü meydan Dam Square...
Dam Square Merkez Tren İstasyonu'na çok yakın ortalama 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra meydandasınız.
Meydan da görülen dev bina Kraliyet Sarayı. Aslında 17. yüzyılda belediye binası olarak inşa edilmiş, daha sonra kraliyet ailesi için saraya dönüştürülmüş. 
Yine Meydan da "Nieuwe Kerk" yani Yeni Kilise bulunmakta. Adının yeni olduğuna bakmayın 15. yüzyıldan kalma Gotik bir kilise burası. 
Son olarak, ünlü balmumu heykel müzesi "Madame Tussauds" Dam Square de bulunmakta...








LGBT bayraklarının bolca asıldığı ot kokulu sokaklara giriyoruz. 
Şehirde "ot kokulu sokaklar" özellikle "coffee shop" adı verilen yasal esrar satış noktalarının bulunduğu bölgelere denilmekte.. 
Hollanda yasalarına göre, belirli miktarlarda esrar ve kenevir ürünleri tüketimi kontrollü olarak serbest. 
Kontrollü derken; bir müşteri en fazla 5 gram esrar satın alabiliyor. Tabii ki bu durum 18 yaş üstü için geçerli.
Bir de çok güldüm;)) tütün kullanımı birçok coffee shopta yasak! Sadece saf kenevir içebilirsiniz.














Bize en güzel manzarayı sunan kanallar bölgesine geliyoruz. 
Amsterdam’da kanal kenarındaki bu güzel evler, genellikle 17. yüzyılda inşa edilmiş. O zamanlar Amsterdam, dünya ticaretinin önemli bir merkezi haline gelmiş ve tam da 17. yüzyıl Amsterdam'ın "Altın Çağı"nı yaşadığı bir dönem. 
Hatta gördüğümüz kanalların kazılması da o döneme denk geliyor. Şimdi bu kanallar UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alıyor.
Ticaret ve liman faaliyetleri büyüdükçe, tüccarlar ve zengin aileler için kanal kenarlarında evler inşa edilmeye başlanmış. 
Kanal evleri genellikle dar, yüksek ve çok katlı olarak inşa edilmiş. Bunun nedeni, şehirde arazi vergilerinin evin genişliğine göre alınmasıymış.

Son olarak geç bir saatte Anne Frank Evi Müzesi'ne gidiyoruz. Müze akşam 10'a kadar açık. Müze giriş biletlerini Anne Frank Evi web sitesinden alabilirsiniz. Kapıda bilet alma şansı yok, çok kalabalık. Bir de müze ziyaret saati için randevu oluşturmanız gerekiyor.
Müze evin fotoğraflarını sadece dışarıdan çekebildim. Müze içinde fotoğraf çekmek yasak olduğundan evin içini görüntüleyemedim. Ancak anlatabilirim. 
Evin gizli bölümünün girişi büyük bir kitaplık ile kapatılmış. Anne Frank ve ailesinin saklandığı bölme, orijinal haliyle korunmuş. 
Orijinal günlüğü cam bir vitrin içinde sergiliyorlar. Anne'nin odasının duvarlarında hâlâ o dönemde astığı film yıldızları posterleri ve çizimleri görülüyor. 
Alan oldukça küçük ve karanlık. Pencereler tamamen kapalı, çünkü dışarıdan görülmekten kaçınmışlar.
Ah! daha ne anlatayım. Gidin görün. İnsanın insana yaptıklarına şahit olun.

Tarihin en büyük katliamlarından birinin ortasında, "İnsanların kalplerinin iyi olduğuna inanıyorum" diyen Anne Frank'ın hikayesi çok acıklı. Onun için her şeyi buraya yazmayacağım. 
Özetle; Anne, Almanya'nın Frankfurt kentinde ablası, anne ve babasıyla yaşarken 1933 seçimlerinde Naziler başa gelir. Yahudi olan aile Amsterdam'a kaçar.
Ancak Naziler buraya da yetişir ve Hollandayı işgal ederler. Anne'in babası 1942 yılında ofis olarak kullandığı binanın arka kısmındaki çatı katını gizli sığınak haline getirir ve aile burada saklanır. 25 ay boyunca hiç dışarı çıkmayıp hücre hayatı yaşayan ailenin ihtiyaçlarını ofiste çalışan çok güvendikleri sekreter sağlar. 
Saklandıkları süre boyunca Anne, babasının 13. yaş gününde ona hediye ettiği deftere, korkularını, umutlarını ve yaşadıklarını kaydettiği bir günlük tutar...
Ve bir gün o günlük, kitap haline çevrilir ve Anne Frank'in günlüğü "Anne Frank'in Hatıra Defteri" veya orijinal adıyla "Het Achterhuis" tarihin en çok satan kitapları arasında yer alır.
💔
Ertesi gün çiçek pazarına gidiyoruz. gidiyoruz gitmesine de...
Son gün benim için hep zor geçer. Sığamam bir yere, konsantre olamam gittiğim yerlere. Tek hedefim olur havaalanına bir an önce gitmek. Son gün evimi çok özlerim, ama gezdiğim yerlerin sıcaklığı ve anıları da beni bırakmaz. İki ara bir derede kalırım. Bu duygulardan kurtulmak için en iyisi havaalanına atmaktır kendimi... Bir kahve alırım, açarım kitabımı, dalar giderim kitabın satırları arasına...
Sonra derim ki; iyi ki gelmişim. Darısı sıradaki gezilerin başına...