ŞİLİ

ŞİLİ
Madrid aktarmalı, saatler süren bir uçak yolculuğu... Üstelik Iberia Havayolları ile... Servis kötü, hostesler suratsız.
Şili, Pasifik Okyanusu boyunca yılan gibi uzanan bir ülke. Ülkenin kuzey ucundan güney ucuna uzunluğu 4350 km. (İstanbul-Antalya arası 724 km.) Kimi yerde ülkenin genişliği 15 km'ye kadar inebiliyor.
Kuzeyden güneye böylesine uzayıp giden bir ülkenin iklimi de çok çeşitlilik gösteriyor. Çölü de var bu ülkenin buzulu da...
Yukarıdaki bilgileri öğrenince ''Şili, renkli mi renkli bir yer olmalı'' diyorum.
Bu ülke ile ilgili çok fazla şey bildiğim söylenemez.
Şili denince aklıma, ülkenin geçmişindeki askeri darbeler geliyor ve tabii ki General Pinochet...

SANTİAGO
Santiago'da sadece bir gün konakladık. Bu bir gün içinde algılarımla edindiğim bilgiler yanıltıcı olabilir.
Şehre indiğimizde günlerden pazardı. Sokaklar boştu ve belki havadan belki de dar caddelerin yanında yükselen tarihi binalardan dolayı şehir bana kasvetli geldi.

Neredeyse bir güne yakın süren uçak yolculuğu sonrası karada ilk yemek molası; canlı müzik eşliğinde ''Mercado Central''d

İstanbul'un Çiçek Pasajı'nı andıran Mercado Central, koca bir demir yapı. Bu yapı zamanında İngiltere'den gemilerle taşınmış.
Balıkçılar, manavlar ve şarküteriler arasında yer alan restoranlarında ucuz ama bir o kadar da lezzetli deniz ürünlerini bulmak mümkün.

Tüm Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi burada da şehrin merkezi aynı isimle anılıyor; Plaza de Armas.
İlk olarak bu meydanı kentin kurucusu olan ''Pedro de Valdivia'' kurup düzenlemiş. Günümüzde ise meydan, Santiago kentinin ticari, idari ve sosyal yaşamın merkezi durumunda...
Heybetli taş yapısı ve süslü çan kuleleriyle meydanda ilk göze çarpan bina ise Catedral Metropolitana...
Şimdi ayakta duran bu katedral, aynı yerde yapılan beşinci katedralmiş. Daha önce yapılanlar depremlerde tamamen yıkılmış.

Yine aynı meydanda ''La Moneda'' (Başkanlık Sarayı)'nı görüyoruz. İlk olarak kraliyet ailesi tarafından yaptırılan bina, daha sonra Şili başkanları tarafından kullanılmaya başlanmış. Başkan Allende ise 1973 yılında darbeciler tarafından bu binada öldürülmüş.
Meydanın bir diğer tarafında Salvador Allende'nin büyük bir heykeli var. Doktor olan Allende; mülkü eşit olarak dağıtmaya çalışan, büyük sosyal farklılıklara savaş açmış eski Şili devlet başkanı...
Silahlı kuvvetlerin başkomutanlığına getirdiği Augusto Pinochet tarafından başkanlığına son verilmiş.
Hükümet binasında öldürülen Allende'nin bir rivayete göre de teslim olmamak için intihar ettiği söylenmekte.
Zaten Allende dönemi kapandıktan sonra Şili, herkesin bildiği kanlı Faşist rejime teslim olmuş.

Biz 2009 yılında Şili'de bulunduğumuz zaman devlet başkanı bir kadındı. Çocuk doktoru olan Michelle Bachelet'in konutunun önüne gelince, konu kadın başkandan açıldı.
Güney Amerika'nın seçimle iş başına gelen ilk kadın başkanı olan Bachelet, ilginç bir kişilik. Kürtajın hala yasak olduğu, boşanmanın ise daha yeni yasallaştığı bu aşırı muhafazakar Katolik ülkede ''Sosyalistim, feministim, dinsizim, bekarım, evlilik dışı çocuklarım ve ilişkim var. Bütün günahlar bende'' diyen bu kadın, Şili'nin ilk kadın başkanı seçilmiş. İlginç! 

Oldukça kalabalık ve hareketli olan Plaza de Armas'da tüm gün sıkılmadan vakit geçirilebilir. Biz oradayken kalabalık bir gruba söylem veren Evangelistler, bağırarak nutuk atıyordu.
''Tamam işte burası Latin Amerika!'' dedim.

Kentin tam orta yerinde bulunan Santa Lucia Tepesi'ne çıkıyoruz. Buradan And Dağları'nın muhteşem manzarası ve kentin panaromik görüntüsü gözler önünde...

Aslında çarpık kentleşme gösteren Santiogo'nun en güzel tarafı, şehre nefes aldıran park ve bahçeleri...
Fotoğraftaki ağacın adı da ''Maymun tırmanmaz ağacı''ymış.

Özgün adı ''La Chimba''(nehrin öteki yanı) olan Bellavista; 19. yüzyılda kentin gelişmesi sırasında kurulmuş, rengarenk evleriyle kasabayı andıran bir semt.
Bir dönem burada yaşayan Pablo Neruda'dan sonra burada yaşamaya devam eden bohem sanatçı ve yazar nüfusu ile ünlenmiş.
Sanat galerileri ve kafeleriyle oldukça şirin bir yer.













Bellavista'da Pablo Neruda'nın şimdi müze olmuş evini geziyoruz.
Nobel ödüllü ünlü şair tarafından tasarlanan bu ev, La Chascona ''Dağınık Saçlı Kadın'' adını, Neruda'nın üçüncü eşinin takma adından almış. İkili bu evi evlenmeden önce de yıllarca romantik bir kaçış noktası olarak kullanmışlar.
Evin içinde ise fotoğraf çekmek yasak.
















Bu evde yapılan gezi, Neruda'nın sıradışı dünyasına atılan bir adım gibi...
Dolambaçlı bahçe yolları, merdivenler ve köprüler var bu evde...
Yatak odası bir kulenin içinde, odanın duvarlarını Şair'in üçüncü eşi olan Matilda Urratia'nın göz kamaştırıcı güzelliğini sergileyen fotoğrafları süslemiş.
Kelebekler, deniz kabukları, şarap kadehleri ve daha birçok objenin toplandığı koleksiyonlarla dolu olan bu ev; Neruda'nın tutkulu, çalkantılı hayatının  ve romantik şairliğinin bir kanıtı.
Evin kitaplarla dolu büyük bir kütüphanesi var. Kütüphanenin raflarında özellikle Nazım Hikmet'e ait şiir kitaplarını görmek insana Şili nere bizim diyarlar nere dedirtiyor.
Sanat böyle bi'şey işte; ne sınır ne uzaklık tanıyor. İki farklı kültürde yetişmiş ama birçok ortak yönü olan iki dev şairin kitapları yan yana...
Sonuçta, keyifle gezilecek çok hoş bir ev.

PUNTA ARENAS
Ertesi gün uçakla Şili'nin güneyindeki yerleşim alanı Punta Arenas'a geliyoruz ve aynı zamanda Patagonya bölgesine de adım atmış oluyoruz.
Punta Arenas, Macellan Boğazı'nın kıyısında yer almış ve Şili Patagonyası'nın en büyük şehri. Aynı zamanda bir liman kenti olan Punta Arenas, eski bir gelenek olan; gemicilerin gemilerini boyadıktan sonra geriye bıraktıkları boyalarla rengarenk görünümde...

Patagonya bölgesini ilk keşfeden Macellan olmuş. Macellan bu bölgeye geldiğinde, burada yaşayan yerlilerin ayaklarının büyüklüğü dikkatini çekmiş, üstüne bu yerlilerin ayaklarını daha da kocaman gösteren ayaklıklar giymelerinden dolayı bu bölgeye 'Büyük Ayak' anlamını taşıyan 'Patagonya' ismini vermiş.
Kentin merkezinde, bu yöreleri keşfeden Macellan'ın anısına bronz bir anıt bulunuyor. Anıtta, Macellan ile yerli kölesinin heykeli yer alıyor.
Burada şöyle bir inanış egemen: Punta Arenas'a bir daha gelmek isteyen kişi, Macellan'ın ayaklarının dibinde oturan yerli kölenin ayak baş parmağına dokunmalıymış.
Biz de öyle yaptık zaten:)

Punta Arenas, soğuk ne kelime buz gibiydi. Halbuki Aralık ayı buranın yazı. Öğle yemeği için girdiğimiz sıcacık atmosferli bu restorantın deniz ürünleri ve Şili'nin ünlü şarabı ile biraz kendimize geldik. Ancak çıktığımız gezinin büyük bölümü Patagonya bölgesinde süreceğinden bir süre sıcağı düşünmek hayal!

Şili'ye asıl geliş sebebimiz, Patagonya bölgesinin en güneyinde yer alan ''Tierra del Fuego''yu yani Ateş Toprakları'nı görmek.
Bu bölgeye Ateş Toprakları denmesinin sebebi ise beyaz adam bu topraklara ilk geldiğinde, uçsuz bucaksız steplerin neredeyse her yerinde yerlilerin yaktığı ateşleri görmüş ve bölgeye bu ismi yakıştırmış.
Tierra del Fuego, aynı zamanda Şili ve Arjantin arasında paylaşılan bir bölge.

Öğleden sonra Patagonya bölgesinin ikinci büyük şehri olan, Puerto Natales'e hareket ediyoruz. Yolumuzun üzerinde Macellan penguen kolonisini var.
Yol üstünde diyorum ama, meğer hiç öyle değilmiş. Biz otobüsten inip bir 3 km daha yol yürüyerek penguen kolonisine ancak ulaştık. Şiddetli rüzgar ve bıçak gibi kesen soğun etkisiyle bu 3 km'lik yol, git git bitmedi.

Üç saatlik otobüs yolculuğu sonrası Puerto Natales'deyiz. Konaklayacağımız otelin adı ''Hotel Costaustralis'' diye geçiyor. Otelin yeri çok iyi; Seno Ultima Esperanza Fiyortu'nun kıyısında, ''Lat Hope Sound'' adı verilen turkuaz renklerine bürünmüş bir kanalın hemen dibinde...

Kaldığımız otelin yeri çok iyi demiştim. Tabii ki kastetmek istediğim, otelin böylesine bir manzaraya sahip olmasıydı; her iki yanda yükselen karlı dağlar, arada türkuaz rengi bir su ve pamuk görünümlü bulutlar...
Otele akşam 22'de geldiğimiz halde, hala her yer aydınlıktı. Bu mevsimde, bu bölgede karanlığın basması gece yarılarını buluyor.
O gece, üstümüze kalın bir şeyler giyip şaraplarımızı da elimize alıp karanlığın çöküşünü, manzarayı seyrederek bekledik.

Puerto Natales'den Ateş Toprakları'nda bulunan ''Torres del Pain''e giderken -yine yol üstü diyeceğim ama değil:)- uzun bir yürüyüş sonrası M.Ö 13.000'li yıllara kadar bu bölgede yaşamış olan dinazor ayı karışımı bir görünüme sahip miledonun yaşadığı düşünülen mağaraya kadar gidiyoruz. Mağara girişine, miledonun gerçek boyutlarındaki heykelini koymuşlar.

Patagonya demek; ıssızlık demek, sonsuzluk demek ve kilometrelerce doğanın kucağında yürümek ve onunla bütünleşmek demek.

Ateş Toprakları'ndayız. Bu bölge tarif edilemez manzaralara sahip.
Nordenskjold Gölü, devamlı değişen canlı mavinin tonlarını barındıran, muhteşem tepeler ve buz tarlaları ile bezenmiş bir göl.
Tek bir insana rastlamadan, saatlerce bu gölün çevresinde uzun yürüyüşler yapıyoruz.

Torres del Pain Ulusal Parkı'nın içinde prefabrik bir otel olan ''Lago Grey''de kalıyoruz.
Burası; bahçesinde tilkilerin dolaştığı, Gri Göl'e bakan şirin mi şirin bir yer.

Öğleden sonra kopan buzulların yüzdüğü Gri Göl çevresinde yürüyüşe çıkıyoruz.
''Güneşli bir günde, buzullarla beslenmek görkemli bir olay. Et ve şarap ziyafetleri bunun yanında anlamsız kalıyor. Buzul tepeleri yiyor ve güneş ışınlarını içiyoruz.'' (John Muir)




Bir ertesi gün, Pehoe Gölü'ndeyiz. Gölde minik bir ada var, üstünde de küçük bir otel. Bu otele turistler helikopterlerle taşınıyormuş ve eminim anlamışsınızdır; bu muhteşem manzaralı odalarda kalmanın karşılığı, otele oldukça yüklü bir ücret ödemeniz gerekiyor.

''Kuş uçmaz kervan geçmez'' derler ya, bu bölge aynen o durumda...
Dünyanın en güzel manzarasına sahip bu yerlerde uzun yürüyüşler yapıp dağlara tırmandık, akarsuları aşıp temiz havayı ciğerlerimize çekerek kilometrelerce yol aldık.

 Ulusal parkın içinde, dağcıların gözdesi olan bir yer var ki, görülmeye değer. Göğe doğru uzanan kayaların oluşturduğu, kule ve boynuz şekillerinden dolayı buraya, ''Torres ve Cuernos of Paine'' (Paine'nin Kuleleri ve Boynuzları) adı verilmiş.

Gün içinde farklı açılardan gelen ışınlar sonucu granit olan kayalar değişik renklere bürünebiliyor. Gerçekten de bu kayalar muhteşem manzaraya sahipler.
''Bu görkemli manzaralar, sonsuzluğu çağrıştırıyor. Bir yerlerde, her zaman gün doğuyor, hep bir yerlere çiğ düşüyor. Bir yerler hep sağanak yağmurun altında. Denizlerde, kıtalarda ve adada, sonsuz gün doğumu, sonsuz gün batımı ve sonsuz şafak... Dünya döndükçe hepsi devam edecek. Tüm bunlardan ötürü, hayatta olduğum için minnetarım.''
(John Muir)
Gezimiz boyunca zaman zaman bize eşlik eden guanako ve flamingolar...
Gide gide sonunda Arjantin sınırına kadar dayanıyoruz. Patagonya gezisinin devamı Arjantin'de...