MAURITIUS

Hint Okyanusu'ndaki son durağımız Mauritius...
Volkanik bir ada burası; o yüzden sivri dağları, tepeleri, kayalık alanları bolca...
Yumuşak beyaz kumsalları ve ışıltılı kristal suları var.
Kıyılar, mercan ve lagün açısından da zengin. O yüzden 200 km uzağındakı Reunion Adası gibi değil Mauritus; denize köpek balıklarından korkmadan girebiliyorsunuz.
Ada, lüks tatil köyleriyle meşhur. Unutulmaz bir tatil için isteyebileceğiniz her şeyi sunan bu kompleksler sahil boyunca sıra sıra dizilmiş.
Mauritius, bizim ülkemizde balayı adası olarak ünlendiğinden ben de söze deniz, kumsal ikilisiyle başladım. Tabii ki amacım tatil köylerini anlatmak değil.
Bu gezide Madagaskar, Reunion derken Mauritius'a çok da fazla zaman kalmadı aslında. Kalsaydı tatil yörelerini de yazardım elbet. Ama gelip görün ki, sadece keşif turu yapacak kadar zamanımız vardı.

Mauritius'a gelmek için Reunion Adası'ndan uçağa bindik. Aslında bu iki ada birbirine o kadar yakın ki, uçağın havalanmasıyla Mauritius'a inmemiz bir oldu. Hayatımın en kısa uçak yolculuğunu gerçekleştirdim diyebilirim.
Havalimanı, başkent Port Louis'in 50 kilometre uzağında. İsmi; "Sir Seewoosagur Ramgoolam"

Mauritius'un (Mo-ri-shee-us olarak telafuz ediliyor) yaklaşık 1.260 milyon nüfusu var. Halkın çoğunluğu Hint kökenli olmakla birlikte Afrika ve Çin'den gelenler de nüfusun belli bir yüzdesini oluşturuyor.
Adadaki son sömürgeci ülke İngilizler olsa bile koloni döneminde iz bırakan Fransızların etkisi çok daha fazla ada üstünde. Resmi dil İngilizce olmakla birlikte halk Fransızca da konuşuyor. Ama en yaygın dil, Fransız ve Afrika kültürlerinin harmanlanmasıyla oluşan "Creol" dili...
Tıpkı nüfusu gibi dinleri de çeşitli ada halkının. Üç temel dinin etkileri hemen fark ediliyor; cami, kilise ve tapınaklar yan yana...
Toplamda dört takım adadan oluşan Mauritius'un başkenti ise Port Louis... Zaten adanın en gelişmiş bölgesi de burası

Mauritius'da, "Labourdonnais Waterfront Hoteli"nde kalıyoruz. Otelin yemekleri ve başkent Port Louis içindeki konumu oldukça iyi. Birçok yere yürüyerek gidebileceğiniz kadar merkezi bir otel.

Ve şehir turu başlıyor. Şehir derken adanın kuzeyinde yer alan başkent Port Louis'den bahsediyorum. 1735 yılında Fransızlar tarafından kurulan kent, Fransa Kralı XV. Louis'in adını taşıyor.



















Port Louis, Mauritiusun en kalabalık kültürel, ticari ve ekonomik merkezi...
Yüksek binaları, dar sokakları, trafik karmaşası ve 150 bini aşkın nüfusuyla tipik bir büyük şehir havasında.
Yol boyunca sıralanmış palmiye ağaçları şehre ayrı bir güzellik vermiş. Ve tabii ki tarihin izini taşıyan o güzelim kolonyal evler Port Louis'in  egzotik bir şehir olarak anılmasında rol oynuyor.











Şehrin tam da kalbinin attığı merkeze geliyoruz.
Her türlü sebze, meyve, et ve balık ürünlerinin satıldığı büyük bir pazar yeri burası.
Hediyelik eşya satılan bölümü ise ayrı. Burası da çok büyük, labirent gibi dolaş dolaş bitmiyor.
Alışverişlerde genel olarak Mauritius Rupisi ve Euro kullanılıyor.
Buranın halkına şöyle bir baktığınızda, ne fakir ne de zengin diyebiliyorsunuz. Adanın değişik bir mozaiği var. Çok farklı bir kültür yaşıyor burada... Hindistan'a benzetiyorsunuz ama değil. Sri Lanka'ya çok andırıyor ama oraya da oturtamıyorsunuz. Biraz Afrika var gibi... Belki biraz Nepal!!!
Niye böyle bir hisse kapıldığımı gittiğim bir müzeden sonra anladım.

Bu müzeyi anlatmadan önce kısaca Mauritius'un tarihinden bahsetmek istiyorum.
16. yüzyılda Hollandalılar buraya gelip yerleşene kadar el değmemiş bir adaymış Mauritius. Belki çok eski yıllarda Arap gemiciler "geçiyordum uğradım" yapmışlar, Portekizliler yerini haritada işaretleyip yollarına devam etmişler ama ilk yerleşenler Hollandalılar olmuş. Adaya kendi prensleri "Maurice"in ismini vermişler.
Hollandalılar buraya yerleşmişler yerleşmesine de ancak adada barınmak onlar için zor olmuş, salgın hastalıklar peş peşe gelmiş. Böyle olunca da 1710'da adayı terk etmişler. Onların ardından Fransızlar Mauritius'a yerleşmiş.
1810 yılında İngiliz-Fransız savaşı sırasında İngilizler adayı işgal etmiş ama kaybetmişler. Napolyon'un kazandığı tek deniz savaşı da bu olmuş. Ancak üç ay sonra Mauritius tekrar İngilizlerin olmuş.
Bu sömürge yıllarında, başta Madagaskar olmak üzere Mozambik ve diğer Afrika bölgelerinden adaya çok sayıda köle getirilmiş. Çünkü Mauritius'da eskiden bu yana adanın büyük bölümünü kaplayan şeker kamışı plantasyonları var. Şeker kamışının yetiştiriliş nedeni şekerden üretilen "demir hindi şerbeti" ya da "Tamaril likörü" denen "Rom" kültürüne dayanıyor.
Ancak, 1834 de köle ticareti ortadan kalkınca İngilizler, şeker endüstrisinden elde edilen geliri kaybetmek istemeyince "Özgür Emek" adı altında bir sistem kurmuşlar.
İşte, şimdi anlatacağım bu müze "Özgür Emek" ile ilgili...  Aynı zamanda dünyanın en büyük göçlerinden biri bu müzeden geçip dünyaya yayılmış.

Aapravasi Ghat
Port Louis de bugün UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne girmiş "Göçmen Deposu" (Aapravasi Ghat) olarak kullanılan bir bina var. Binadan geriye çok fazla bir şey kalmasa da buraya kurulan müze o günlerin hatıralarını taşıyor.
Buranın hikayesine gelince; İngilizler, 1834'de köle ticaretini kaldırırlar ancak büyük bir sorun ortaya çıkar. O zamana kadar kölelerin yaptığı işleri şimdi kim yapacaktır?
Çözüm  "Özgür Emek" de bulunur. Yüzbinlerce sözleşmeli işçi, Hindistan'dan gemilere bindirilip
8-10 hafta süren zorlu deniz yolculuğu sonrası adaya, "Göçmen Deposu" (Aapravasi Ghat)'a getirilir. Göçmen işçiler burada birkaç gün kalıp sağlık kontrollerinden geçtikten sonra çalışma alanlarına dağılırlar.












Bir fotoğrafçı her göçmenin iki fotoğrafını çekmiş. Bunlardan biri, onun bileti ya da kimlik yerine geçen evrakta kullanılırken bir diğer fotoğrafta kayıt bürosu için kullanılmış.
İşte bu fotoğraflar müzede ışıklandırılmış dev panolarda sergileniyordu.
Bu sistemde, işçilerle beş yıllık çalışma sözleşmesi yapılmış. Pişman olup geri dönmek isteyenler hapse atılmış, çalışanların da biletleri ellerinden alınarak çok zor şartlar altında çalışmaya zorlanmışlar.
Sözde köleliği kaldırmışlar ama yine köleliğe yakın bir sistem getirmişler.
Bu işçiler aynı zamanda Mauritius'daki şeker kamışı plantasyonlarında çalıştırılmak üzere geldikleri gibi, Avustralya'dan Karayiplere kadar da dünyanın değişik sömürgelerine buradan işçi transferi yapılmış.
Böylece yüz binlerce insan çalışma amaçlı yer değiştirmiş ve giden işçiler genellikle gittikleri ülkelerden geri dönmemişler.
İşte Mauritius'daki halkın atalarının çoğunu bu göçmen işçiler oluşturuyor. Ve ilginç olan onlar Hintli olduklarını kabul etmiyorlar. Biz Mauritiusluyuz diyorlar.










Müzeden sonra başkente 10 km uzaklıktaki Sir Seewoosagur Ramgoolam Botanik Bahçesi'ne geliyoruz. Güney yarım kürenin en eski botanik bahçesi burası.
Dev nilüferlerle dolu göletlerin, mis kokulu çiçeklerin, onlarca çeşidiyle en sevdiğim ağaç olan palmiyelerin ve rengarenk kuşların seyri bambaşka burada...
Botanik bahçesi ilk önce mütevazi bir sebze bahçesiyken Fransız kolonisi zamanında, yani yaklaşık 300 yıl önce o zamanın Fransız valisi tarafından düzenlenmeye başlamış.

Parkta, ilgiyi en çok dev nilüfer çiçekleri çekiyor. Onlara Kraliçe Victoria'nın ismi verilmiş ve  Amazonlardan buraya getirilmiş. Çapları 3 metreye kadar ulaşan dev bitkiler...
Pamplemousses adıyla anılan botanik bahçesinin ismi 1988 yılında "Sir Seewoosagur Ramgoolam" ya da kısaca SSR olarak değiştirilmiş. Aynı zamanda Mauritius havaalanının adı da botanik bahçesiyle aynı.
Kim bu "Sir Seewoosagur Ramgoolam" derseniz; Mauritus'un 150 yıllık Britanya hakimiyetinin ardından gelen bağımsızlık sonrası ilk başbakanlık koltuğuna oturan kişi.














Öğle yemeği için yerel bir restorana gittik. Restoranın sahibi klasik araba kolleksiyonu yapıyormuş. Bizim için güzel bir sürpriz oldu.
Söz yemekten açılmışken Mauritius mutfağından da biraz bahsedeyim.
Pirinç olmazsa olmazlarının başında geliyor. Pirinç ile ilgili birçok farklı kombinasyon ile yemekler hazırlanıyor. Tahmin edersiniz ki bir adada kalıyorsanız menüde mutlaka deniz ürünleri olur. Bunun yanında sos ve baharatlarında Çin ve Hint mutfağının izlerini görmek mümkün.

Bu kez adanın güneyine doğru yola çıkıyoruz. Mauritius volkanik bir yapıya sahip. Kıyıdan uzaklaşıp iç kısımlara doğru ilerledikçe büyük platolar ve sivri tepeli dağlar göze çarpıyor.

Adanın kuzey kısmı ve başkent Port Louis bölgesi daha gelişmiş ve burada turistik tesisler daha fazlayken adanın güneyi ise ufak kasaba ve köylerden oluşuyor.

Mauritius'un güneybatı bölgesine geçip Chamarel Köyü'ne gidiyoruz. Çok ilginç bir yer. Buraya yedi renkli dünya diyorlar.
Tamamen lavların yarattığı doğal bir olguyla karşı karşıyayız. Bu sıradışı jeoloji harikası, bölgedeki volkanik kayaların farklı sıcaklıklarda ve tabakalarda soğumasıyla meydana gelmiş.
Gerçekten de toprak yedi renkli. Toprağın bu renk cümbüşünün içinde kırmızı, kahverengi, mor, eflatun, yeşil, mavi ve sarı renkleri görmek mümkün.
Daha ilginç bir durum ise bu 7 farklı topraktan avucunuza alıp onları karıştırırsanız da sonunda yine kendi renklerine ayrışıyor olması.

Son olarak aynı bölgede bulunan Chamarel Şelalesi'ni görerek Mauritius gezimizi sonlandırıyoruz.

Tüm bu yazdıklarımın özetini yapacak olursam; Mauritius Hint Okyanusu'ndaki cennet gibi doğası olan tropik adalardan biri. Ancak Türkiye'den kalkıp sadece bu adaya tatil için gelir miyim? Gelmem!
Ancak Madagaskar, Reunio ve Mauritius üçlüsü içindeyken bu adaya gelmek cazip mi?
Kesinlikle Evet!