MADAGASKAR


Çok uzun zaman oldu Afrika'ya gitmeyeli. Nasıl özlemişim!!! Kokusu bir başkadır oraların...
Her şeyin, her yerin bir kokusu saklıdır bende. Hafızam ve buna bağlı olarak anılarım hep bir kokuyu takip eder, onunla hatırlar ve onunla özler!
Dedim ya Afrika... O kendine has tarzıyla, kokusuyla bir başkadır Afrika... 
Bu seferki yolculuk ise Madagaskar'a... Afrika kıtasının hemen yanında bir ada... Fazla uzağında değil!
Madagaskar'a gidince Afrika özlemimi gideririm sandım. Ama öyle değilmiş, hiçbir şey göründüğü gibi değilmiş. Zaten yıllar içinde öğrendiğim bir öğretidir bu; "Hiçbir şey göründüğü gibi değildir" biliyorum. 
Sonuç mu? Ah! o Madagaskar; gidince gördüm meğer orası hiçbir yere benzemeyen başlı başına bir kıtaymış.

Anlatmaya en başından başlamalıyım. İstanbul'dan... Hiç görmediğim bir yere gitmenin heyecanını her zaman yaşadığım havaalanından...
THY'larının Madagaskar'ın başkenti Antananarivo'ya direkt seferi var. Ancak uçak, önce Mauritus'a uğruyor, adada bir süre bekleyip yolcu değişimi yaptıktan sonra Antananarivo'ya doğru havalanıyor. Sonuç olarak yolculuk süresinin on üç saat kadar sürdüğünü söylemeliyim.

Uçak Antananarivo'ya inişe geçtiğinde toprağın dikkati çekecek kadar kırmızı olduğu görülüyor. Adanın merkez ve güney kesimlerinde yaygın olarak rastlanılan kırmızı toprak nedeniyle bu adanın diğer bir ismi de "Kırmızı Ada" olarak biliniyormuş.
Adada yerleşim yerlerinin çoğu bu topraktan üretilen tuğlalardan yapıldığından buradaki evler bu yöreye has ve oldukça karakteristik bir görünümde.
Yazımın ilerleyen bölümlerinde bu evlerden oluşan bir çok fotoğrafı buraya koyacağım.

Antananarivo havaalanı İvato'dan çıkarken yapacağınız ilk iş para bozdurmak. Acayip sevimli çiçekli böcekli paraları var. Şimdi paradan böyle sevimli diye bahsetmek kolay, ancak bizim Madagaskar'a gittiğimiz o tarihlerde euro ve doların ateşi daha sönmemişti ve hiç sevimli değillerdi.
Neyse, ben başa döneyim; dediğim gibi havaalanında para bozdurmazsanız işiniz gerçekten zor! Başkentte bile olsanız -ülkenin durumu öyle içler acısı ki- döviz bürosu falan bulmak ne mümkün...
Hadi para bozduramadınız, elimdeki dolar ve euro cinsi paraları harcarım deseniz de olmuyor.
Biz Antaninarivo'da, ilk gittiğimiz otelde valizlerimizi taşıyan görevliye bahşiş olarak dolar vermiştik. Hiç unutmam adam dolar cinsi parayı kabul etmeyip bizden "Ariary" istedi.
Tabii söylemeyi unuttum Madagaskar'ın para birimi "Ariary"
1 dolar; 3320
1 euro ; 3860  Ariary yapıyor.
Kendinizi zengin hissedeceğiniz ülkelerden biri burası. Az biraz döviz bile bozdursanız karşılığında tomarla para alıyorsunuz.

Evet, para işini de hallettikten sonra Madagaskar gezisini anlatmaya başlayabilirim.
Girişler her zaman zor olur. En iyisi, ilk ziyaret yerimiz olan Kraliçe'nin sarayı "Manjakamiadana"yı bahane ederek ülkenin tarihine kısaca bir göz atmak.
Şimdi,
Madagaskar Adası her ne kadar Afrika Kıtası'na yakın olsa da burası Afrika gibi değil, bu coğrafyada yaşam çok geç başlamış. 2000 yıl öncesine kadar burası ıssız bir adaymış. Ve ne gariptir ki adaya yerleşen ilk insanlar yakındaki Afrika yerlileri değil, binlerce kilometre uzaklıktaki Avustronezya halkları olmuş.
Bunlar kanolarla Hint Okyanusu'nu aşarak Endonezya- Borneo'dan  geldikleri düşünülüyor. Ya da bir deniz kazası oldu gemidekiler zorunlu olarak "geçiyordum uğradım" yapmış da olabilirler.
Neyse,
Bu göçü, ancak yüzlerce yıl sonra Afrika'dan gelen yeni bir göç dalgası izlemiş. Onlar da adanın Afrika'ya yakın olan kısmına batı ve güney bölgesine yerleşmişler.
Yüzyıllar içinde nüfuslar birbirine karışmış, ortaya belli başlı 18 tane etnik grup çıkmış. Zamanla bunlar kendi içlerinde ufak tefek krallıklar kurmuşlar.
Ancak ilk modern devlet yapısının olduğu krallık, 1787 yılında "Andrianampoinimerina" önderliğinde Antananarivo'da kurulmuş. Adadaki en büyük etnik grup olan Merina'lar tarafından kurulan krallığa "Merina Krallığı" adı verilmiş ve kısa zamanda genişleyerek adanın büyük bir bölümüne hakim olmuşlar.
Krallığın ömrü 1897 yılında, yaklaşık 110 yıl sonra sona ermiş. Çünkü bundan sonra Fransız egemenliği altına girmişler.
Fransa, bölge üzerindeki hakimiyetini 1897 yılından 1958 yılına kadar sürdürmüş ve sonunda 1960 yılında Madagaskar bağımsızlığını almış.


Buraya kadar tamam.
110 yıl süren Merina Krallığı'nda -kralları bir tarafa bırakırsak-  I-II ve III Ranavalona adında üç tane kraliçenin hakimiyeti göze çarpıyor. Ancak bunlardan I. Ranavalona pek bir fena...
Başa geçtiğinde ülkede ne kadar yabancı varsa -İngiliz, Fransız v.s- hepsini adadan çıkartmış(Fransız sevgilisi hariç), misyonerlik faaliyetlerini ve Hıristiyanlığı yasaklamış, Hıristiyanlığı seçmiş olan vatandaşlarını öldürtmüş. Sonuçta; ülkeyi tamamen dışa kapalı bir hale getirmiş.
İşte, Antananarivonun en tepesinde, her yerden görülen bu saray yani "Rova Manjakamiadana Sarayı" onun tarafından kurulmuş.
İlk yapıldığında tamamen ahşap olan saray, daha sonra çevresi taş örgüyle desteklenmiş. Ne yazık ki tam da UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne eklenecekken 1995 yılında içteki ahşap kısım tamamen yanmış. Şimdi sadece dışındaki taş iskelet duruyor.

ANTANANARİVO
Dedim ya Kraliçe'nin Sarayı Antananarivo'ya hakim en yüksek tepede yapılmış. İşte sarayın bahçesinden görülen başkent Antananarivo...
Antananarivo... telafuzu ne kadar zor bir kelime. Bu topraklarda ilk krallık kurulduğunda, hani yukarıda etnik grupların ufak tefek krallıklar kurduğundan bahsetmiştim, ilk resmi Merina Krallığı kurulmadan önce... İşte o zamanın kralı bu yüksek topraklara kraliyet sarayı olacak şekilde bir konut inşa ettirmiş. Konutunu ve bölgeyi korumak için de 1000 askerden oluşan bir garnizon görevlendirmiş.
İşte, şehrin ismi bu askerlerden geliyor. Malagaşça'da Antananarivo "Binlerin Şehri" demekmiş.
Ancak sömürgeci Fransızlar bu şehre "Tanarive" ismini verdiklerinden bu yana da genelde Antananarivo yerine şehre kısaca "Tana" deniyor.














Şimdi şehrin genel yapılaşmasından bahsedeyim Çünkü bana çok ilginç geldi.
Tana, üç ana bölgeye ayrılıyor. En tepede Kraliçenin sarayı var. Onun hemen altında soyluların oturduğu mahalleler ve en altta da halkın çoğunun oturduğu çeltik tarlaları ve  bataklıklığın olduğu bölüm bulunuyor.
Bu soyluların oturduğu bölgedeki evlerin çoğu eski de olsa hala ayakta durmayı başarmış. Aralarda kolonyal evler olmasına karşın, tipik Malagasy evleri çoğunlukta...
"Malagasy evi" olarak adlandırılan evlerin önünde ahşap verandalar bulunuyor ve onları destekleyen sütunlar göze çarpıyor. Evler iki katlı ve tuğladan yapılmış.
Bu tuğla binalardan önce ise tüm evler ahşaptan yapılırmış. Güzel olan, bu ahşap binaların sayısı az da olsa aralarda onları hala görmek mümkün.
Bu bölgenin dikkatimi çeken bir özelliği de, evlerin hepsi birbirinin içine geçmiş, bitişik nizam olmaları. Sanki bir evin bahçesine diğeri ev yapmış gibi... Bunu merak edip sordum; özellikle alt sınıf halktan gelecek tehlikelere karşı daha korunaklı olsun diye evler o zaman böyle yapılmış.

Şimdilerde la hate ville (üst kasaba) olarak adlandırılan bu bölge şehrin en zengin ve en etkili ailelerin yaşadığı yerler.
Yukarıdaki fotoğraftaki kadın ve adamın kıyafetlerine dikkat ederseniz ne kadar şık olduklarını görürsünüz. Daha sonra koyacağım insan fotoğraflarıyla aradaki fark inanılmaz.
Aşağı bölgede yaşayan insanların giyecekleri terlikleri bile yok.

Bizim kaldığımız otel olan "Royal Palissandre" da bahsettiğim yukarı mahallede, yani zenginler mahallesinde😂
Otelin sokağından aldığım fotoğraflar da bunlar...





Burası kaldığımız 4 yıldızlı bir otel olan "Royal Palissandre"nin içi.
Otel şartlarını göstermek için bu fotoğrafları koyuyorum. Buralara gelirseniz çok fazla beklentiniz olmasın!!!
İlk gece bizim için zor geçti. Yoğun sinek ilacının kokusu dayanılır gibi değildi.
Anofel korkusuna camı, pencereyi de açamadım. Odanın dekoru da üstüme üstüme gelince sabahı zor ettim.

Yukarıdaki bu fotoğrafı oteldeki odamdan çektim. Sivri çatılı ve şemsiyeli yer bir pazar yeri. Buraya gitmeyi çok istememe rağmen Madagaskarlı rehberimiz izin vermedi. "Orada sizi koruyamam" dedi.
Halkın %90'nının günlük 2 Dolar ile geçindiği düşünülürse haklı olabilir.
Daha sonraki bir gün başka bir pazar yerini ziyaret ettik. Oranın fotoğraflarını paylaşacağım.

Sabah kahvaltısından sonra otelden ayrıldık, ufak bir şehir gezisine çıktık.
Antananarivo şehir merkezinde başkentin simgesi olmuş gölün etrafında kısa bir yürüyüş yaptık. Bu göl tamamen yapay bir göl. Kalp şeklinde yapılmış. Daha önce bataklık olan bu gölün ortasına doğru uzanan bir yol gidiyor ve yolun sonunda da küçük bir adacık var.
Bu adacığın olduğu yerde Fransa adına I.Dünya Savaşı'nda ölen Madagaskarlı askerlerin anısına dikilmiş bir anıt bulunuyor.
Gölün etrafında jakaranda ağaçları dikilmiş. Biz gittiğimizde ağaçlar çiçek açmıştı.













Şehir gezisine devam!!!
Yukarıdaki fotoğrafları kırsal alanda çektiğimi sanmayın. Burası hala başkent Antananarivo...
Ve nüfusu iki milyona yaklaşan bu koca şehirde evinde elektriği olmayan %40 gibi kocaman bir yüzde var.
Yemeklerini kömür ateşinde pişiriyorlar. Su ve kanalizasyon gibi alt yapıları eksik.
Çamaşırlar derelerde yıkanıp çalıların üstünde, yol kenarlarında kurutuluyor.

Başkent Antananarivo'dan tekrar buraya dönmek üzere ayrılıyoruz. Bu sefer istikamet Güneybatı'daki Toliara'ya doğru... Yaklaşık 980 km'lik bir yolumuz var. Oradan havayolu ile tekrar Antananarivo'ya geçip sonra Kuzeydoğuya doğru yönümüzü çevirip Toamasina'ya geçeceğiz.
Yolculuk uzun sürecek çünkü Madagaskar öyle küçük hemen gezip bitirilecek bir ada değil. Düşünsenize Türkiye'nin üçte ikisi büyüklüğünde bir yüzölçümü var.
Madagaskar; Grönland, Borneo ve Papua Yeni Gine'den sonra dünyanın dördüncü büyük adası. Zaten bunlara "kıta-ada" deniyor.
Adanın kuzeyinden güneyine kadar uzunluğu yaklaşık 1600 km.
Ancak ülkenin kara yolu ve demiryolları çok yetersiz. Böyle olunca da zaten uzun olan bu mesafedeki yolculuklar uzuyor da uzuyor.

Madagaskar'da otobüs yok, ben hiç görmedim. Orta halli bir minibüsle çıktık yola. Zaten topu topu yedi kişiyiz. Bir yıl önce yüzyılın veba salgını olmuş buralarda. Kimse gelmek istemiyor o yüzden! Kahraman olarak yedi kişi bir biz çıktık yollara...
Önce, Ankaratra Sıradağları'nın eteklerinde bulunan Ambatolampy Kasabası'na doğru gidiyoruz.
Yolda ilerlerken sağlı sollu birçok köy var. Köy evleri çok tipik; ince uzun iki katlı. Evlerin içinde tam orta yerde bir direk çatıya kadar uzanıyor. Ataların ruhunun bu direkte olduğuna inanıyorlar.
Madagaskarlıların yarısı Animist. Bu inanış şekli yaşamlarına yansımış. 25 milyon nüfuslu Madagaskar'da %52-53 kadar Animist, %40 Hıristiyan, %7-8 kadar da Müslüman yaşıyor.
Bunları merak edenlere yazıyorum. Yoksa benim için kimin neye inandığı önemli değil!

Dedim ya, Antananarivo'dan Güneybatı'daki Toliara'ya doğru gidiyoruz. Tam 980 km'lik bir yol var önümüzde. Bu geldiğimiz yol Madagaskar'ın en önemli asfalt yollarından biri.
Rota7 (Route Nationale 7) Antananarivo'dan güneye inen başka asfalt yol yok ve bu yol Madagaskar'ın özeti niteliğinde...

 En işlek ve tek yol Rota 7 olunca sağlı sollu köylülerin tezgahlarına denk geliyoruz.




AMBATOLAMPY
Yaklaşık 30 bin nüfuslu küçük bir kasaba. Ünü, alüminyum dökümhaneleri ve neredeyse tüm ülkede kullanılan tencere, çatal, kaşık gibi mutfak eşyalarının üretim yeri olmasından ileri geliyor.
Biz de üretim yapan bir atölyeyi ziyaret ettik.
Alüminyum dökümhaneleri ya da atölye dedikleri yerler fotoğraflarda görünenden fazlası değil!
Yukarıda görüldüğü gibi kumdan kalıp yapıp açtıkları bir delikten erittikleri alüminyumu döküp yukarıdaki tencereleri elde ediyorlardı.

Ambatolampy, Madagaskar ölçüsünde üretim yapan kalkınmış bir kasaba sayılıyor. O yüzden aralarda böyle güzel evler de gözümüze çarptı.

Kasabanın meydanında derme çatma restoranlar vardı. Hepsinin üzerinde de "Hotely" yazıyordu. Acaba buraları bir iki odalı konaklama yerleri mi diye, düşündüm. Öyle değilmiş.
"Hotely" yerel yemek yapan restoranların genel ismiymiş.
Şimdi gelelim bu tip bir restorandan satın alıp akşam otelde "rom"un yanında yediğimiz kaz ciğerlerine...
"Hayatımda böylesine lezzetli kaz ciğerini buradan başka hiçbir yerde yemedim."desem abartmış sayılmam. Meğer burası kaz ciğeri ile ünlü bir yermiş. İki çeşidi vardı; biri normal diğeri vanilyalı. Özellikle vanilyalı olan tavsiye olunur.

 Ambatolampy'de ulaşım ve pazar yeri.

ANTSİRABE
Öğlene doğru Madagaskar'ın 3. büyük şehri olan Antsirabe'ye geldik.
1400 metre yükseklikte kurulan şehir adanın en serin iklimine sahip. Aynı zamanda bu şehir Fransız sömürge döneminde tanınmış bir termal merkez.

Şehrin simgesi olan tren garı merkezde yer almış. Bu şehir kolonyal ve yerel binalar olmak üzere ikiye ayrılmış gibi. Çok geniş cadde ve bulvarlar var. Ana caddelerde Antananarivo'daki gibi karmaşa yok. Sessiz sakin temiz bir yer.

Antsirabe'de ulaşım çek çek ya da bisikletlerle yapılmakta.

Şehrin, kolonyal dönemden kalma en lüks termal oteli "Hotel des Thermes"...
1896'da kurulan otel, 50'li yıllarda Fas Kralı Kral Mohamed V'in sürgünde kaldığı otel olarak da ünlenmiş.

Oteli gezerken duvarda asılı duran bu fotoğraf ilgimi çektiği için buraya aldım. Fransız sömürge dönemine ait olan fotoğrafta görülen şatafattan şimdi eser yok.

 Sonra Antsirabe'nin arka sokaklarına girdik.

Halkın toplandığı panayır benzeri bir yer vardı. Horoz döğüşü yapıldığından dolayı çok kalabalıktı. Meraktan biz de araların girdik. Heyecan, bahis, para alışverişleri, seyyar satıcılar, koşturan çocuklar derken bir saate yakın orada kalmışız.



















Genelde katedral gibi yerleri gezmeyi sevmem ama akşam Antsirabe'de kalacağımız için zaman öldürelim dedik. Dünyadaki örneklerine benzeyen ancak inanılmaz güzel vitrayları olan bir katedrale gittik.
Aslında anlatmak istediğim bu değil! Başka bir şey söyleyeceğim.
Katedrale girdiğimizde, arka sıralara oturmuş genç ve güzel yerli bir kadın gördüm. Bebeğini emziriyordu. Yanında da irili ufaklı beş altı tane daha çocuk...
İçlerinden küçük bir erkek çocuğuna gözüm kaydı...
Tanrım! Bir çocuğun bakışı ve gülüşü nasıl bu kadar anlamlı olabilirdi ki? Önüne diz çöktüm ellerini ellerine aldım bir süre bakıştık karşılıklı gülüştük; sanki bana hiç yabancı değildi. Garip bir bağ oluştu aramızda. O an ona sadece para verebilirdim başka bir şey aklıma gelmedi.
Sonra -anneleri olabilir- o genç ve güzel kadınla katedralden ayrıldılar, arkalarından kapıya çıktım gözden kaybolana kadar arkasına dönüp bana o sihirli gülüşünü attı.
"Şansın bol olsun çocuk, seni Tanrı korusun!"dedim.

Ertesi sabah Ambositra'ya doğru yola çıktık. Pirinç tarlaları ile kaplı yemyeşil zirveler müthişti.
En alttaki fotoğrafta minibüsümüzle birlikte Madagaskarlı rehberimiz, şöför ve bize eşlik eden minibüsün muavini görülüyor.
Adanın şimdiye kadar gezdiğimiz yerleri başkent Antananarivo dahil, ülkenin yüksek toprakları olarak adlandırılıyor. Denizden uzak, Madagaskar'ın dağlık bölgeleri burası. Ve genellikle bu bölgelerde Merina etnik grubu hakim. Tenleri daha açık, saçları bir Afrikalıya göre daha düz ve hafif çekik gözleri var. Merinalar, Endonezya tarafından adaya ilk göçenler. Sanki diğer etnik gruplara göre daha ayrıcalıklılar, daha bir baskınlar gibi geldi bana...













Yolda, odun kömürünü şehirlere taşıyan bisikletlilere denk geldik. Kilometrelerce yolu bu yükle gidiyorlar. Birçok aile geçimini kömürden sağlıyor. Çünkü bu ülkede hala -büyük şehirlerde bile- ocaklarda gaz yerine kömür yanıyor. Ancak bu kömür işi Madagaskar'ın en büyük sorunlarından biri. Onların bizdeki gibi madene girip çıkaracakları kömürleri yok ki... Odun kömürü elde etmek için ağaçları yakıyorlar. Bu şekilde ormanlar hızla yok olmaya başlamış. Orman kaybolunca arkasından erezyonlar gelmiş ve 1970'lerden bu yana toprak yüzeylerinin yarısını kaybetmişler.

Yolumuzun üstündeki köylere gidiyoruz. Teraslı pirinç tarlaları ve okaliptüs ormanları arasında kırmızı toprağa kurulmuş, çatıları sazlarla kaplı evlerin olduğu köylere...










AMBOSİTRA
Sonra köyler bitiyor tekrar bir şehirde buluyoruz kendimizi. Öyle ki her birinin dokusu farklı...
Şimdi Madagaskar'ın orta bölgesinde yer alan 30 bin nüfuslu Ambositra'dayız.
Özellikle Betsileoların (daha önce bahsettiğim 18 tane olan etnik gruptan biri ve Merina'larla akraba sayılıyorlar ancak soylarına Arap ve Afrika genleri katılmış.) bir alt grubu olan Zafirmaniri kabilesinin yaşadığı bölge burası.
Zafirmaniri Kabilesi, bir zamanlar tüm adada yaygın olan, benzersiz ağaç oyma geleneğinin günümüzdeki son temsilcileri...
O yüzden Ambositra, Madagaskar'ın ahşap oymacılığı endüstrisinin merkezi durumunda...




18.yüzyılda adanın güneydoğusundaki ormanlık alanda yaşayan Zafirmaniriler, bölgenin ormanlarının giderek tahrip edilmesi sonucu bir anlamda yurtlarından olmuşlar. Şimdi dağınık bir biçimde bu bölgenin köylerinde yaşıyorlar.
Bu kabile, yüzyıllardır ormancılık, marangozluk ve ağaç oymacılığı konusunda kendisini geliştirmiş. Günlük hayatın her alanına yansıyan bu yetenek, neredeyse tüm ahşap yüzeyleri de eşsiz desenlerle doldurmuş.Özellikle evlerin balkon ve panjur işçiliği inanılmaz rafine... 













Şimdi gideceğimiz yer Fianarantsoa... Yolları yine rengarenk giyinmiş insan manzaraları süslüyor.

FIANARANTSOA
"İyi Şeyler Okutabilen Yer" anlamına gelen Fianarantsoa, akademik kurumları ve tanınmış okullarının sayesinde Madagaskar'ın entellektüel ve dini merkezi olarak tanınıyor.
Ülkenin dördüncü büyük şehri. Nüfusu yaklaşık 200 bin civarında...













Fianarantsoa, ulaşım açısından merkezi bir konumda... Bu yüzden orta ve güney Madagaskar'daki birçok yere buradan ulaşım var. Bu önemli! Çünkü istediğiniz çok yere yolların durumundan dolayı gidemiyorsunuz.
Fianarantsoa'nın merkezinde tarihi bir tren istasyonu bulunuyor. Buradan kalkan vagonlar doğu sahilindeki Manakara'ya kadar gitmekte. Yağmur ormanlarının içinden geçerek liman kenti Manakara'ya giden tren bu ülkeye gelen turistler için oldukça cazip manzaralar sunmaktaymış.
Ama bizim yolumuz güneye doğru. Sadece bir gece bu şehirde kalacağız.













O gece Fianarantsoa'da kaldık. Genel olarak oteller iyi sayılır. Temiz bir yatak ve duş olduktan sonra gerisini aramıyoruz.
Ertesi sabah şehirden ayrılmadan önce inanılmaz renkli yerel bir pazara girdik.
Burada çektiğim fotoğraflardan sergi açabilirim. Çektim yetmedi bir daha bir daha...

AMBALAVAO
Fianarantsoa'dan sonra Ambalavao'ya geldik. Bayram yok seyran yok ama burada sokaklar inanılmaz kalabalık. Şimdiye kadar Madagaskar'ı gezip gördüğüm kadarıyla hayat evlerde değil hep dışarda ama burası fazla dışarda:)
Bakıyorum da insanların ayaklarında terlik bile yok! Mutlular mı? Evet, öyle görünüyor!

Ama bazı fotoğraf çekimlerinde yakaladığım hüzün de yadsınacak gibi değil!

Örneğin bu fotoğraftaki kız çocuğunu unutamıyorum. Utangaçlıkla merakın bir arada olduğu bir bakış var yüzünde. Nedendir bilmem ama ne zaman bu fotoğrafa baksam gözlerim yaşarıyor.


Genelde Madagaskar böyle ama sanki Ambalavao'da daha fazla... Tabii ki el sanatlarından bahsediyorum. Ellerinde makina, cihaz anlamında hiçbir şey yok. En basit yöntemlerle bir şeyler üretmeye çalışıyorlar.
Ambalavao'dakiler yabani ipek böceği yetiştiriciliği yapıyorlar. O yüzden bu bölgede dokumacılık gelişmiş.

Aynı zamanda bu bölgede kağıt yapımında kullanılan "Avoha" bitkisi yetiştiriliyor.
Bitkinin kabuklarını soyup altı saate yakın bunları kaynatıyorlar. Sonra hamurlaşmış olan kabukları tezgahlara yayıp üstüne çiçekler koyarak kurutuyorlar ve bunlardan "Antaimoro" adını verdikleri kağıtları üretiyorlar. Daha sonra bu kağıtlardan değişik hediyelik eşyalar yapılıyor.

Ambalavao, adanın güneyinden gelen hayvan sürülerinin buluştuğu bir yer. Bu hayvanların dağıtımı daha sonra buradan yapılıyor.
Hörgüçlü öküz, günümüzde de Madagaskar halkı için bir zenginlik ve güç olmaya devam ediyor. Bu hayvanlara burada "Zebu" diyorlar.  Bu hayvanın etinden boynuzlarına kadar her şeyinden faydalanılıyor. Boynuzlardan öyle çerez tabakları ve servis kaşıkları yapılıyor ki, bunların bitmiş halini görseniz boynuzdan yapıldığına inanamazsınız.

Eveeet... Şimdi gelelim asıl konuya. Asıl konu ne? Şu arkamdaki yaramaz, beni gözetleyen serseri şeyler:) Ama onlardan da öncesi var!

Madagaskar, dünyanın başka hiçbir köşesinde göremeyeceğimiz bir doğaya sahip. Burada yaşayan canlıların neredeyse %80'nine başka bir coğrafyada rastlanmıyor? Neden?
İşte bunu dilimin döndüğünce en kısa yoldan anlatmaya çalışayım. Bilinçli farkındalık muhteşem bir şey. Neyin neden olduğunu bilirsek her şey "cuk" diye yerine oturuyor.
Şimdi,
Bundan 182 milyon yıl önce kıt'alar henüz tam anlamıyla ayrışmamışken sağda solda dinazorlar koştururken Hindistan, Madagaskar, Antartika ve Avustralya levhaları Afrika levhasından ayrılmaya başlamış. Bu ayrışmadan 82 milyon yıl sonra Madagaskar Hindistan levhasından kopmuş. Yani Madagaskar önce Afrika'dan sonra Hindistan'dan kopmuş.
Madagaskar Afrika'dan ayrılırken (Tabii ki milyon yıllardan bahsediyoruz.) Doğu Afrika'da ne canlı varsa Madagaskar'da da onlar varmış. Ancak adadaki canlılar farklı evrimleşmiş.
Örneğin Madagaskar'da Afrika'da görmeye alıştığımız aslan, zürafa, fil gibi hayvanlara rastlanmıyor. Çünkü Madagaskar Afrikadan koptuğu sırada bu tür hayvanlar daha dünyada yoktu, evrimleşmemişlerdi. O zamanlar dünyaya hakim olan tür dinazorlardı. Dinazorların baskın olması sonucu memeliler türce az ve tavşan boyutlarındaydılar.
O yüzden Madagaskar'da yaşayan memelilerin hiçbiri 25 kiloyu aşmıyor.

Şimdi gelelim lemurlarımıza...
Evrimlerini uzun uzadıya anlatmayacağım. Madagaskar Afrika'dan ayrılırken adada elbette lemurlar yoktu. Primatların ataları vardı. Diğer anakaralardaki primatların atalarından maymun ve insan evrimleşti. Adada ise doğal şartlar farklıydı evrim lemurlar yönünde gelişti.
Ve evrimleştikleri sırada diğer kara parçalarında olduğu gibi Madagaskar'da insan yoktu!!!!
O yüzden bu sevimli akrabalarımızın genlerinde insan korkusu yok! Olmayınca da yumuşacık bir kişilikleri oluşmuş:)

Bu fotoğrafta gördüğünüz dünyanın en tatlı varlıkları "Anja Doğa Rezervi" diye adlandırılan bu bölgede yaşıyorlar.
Bölgenin büyük bir kısmı, dev kayalar ve bu kayaların arasında kalan korunaklı ormandan oluşmuş.
Rezerv, kayalık karakterinden dolayı "Rocky Park" olarak da biliniyor. Kayaların içinde yarasa ve baykuşlar için yaşam alanı sağlayan iki de mağara varmış ama biz girmedik.
Rezerv, 2001 yılında yerel çevreyi ve vahşi yaşamı korumaya yardımcı olmak ve yerel topluma ilave bir istihdam sağlamak için kurulmuş.




Burada halka kuyruklu(Lemur Catta) Maki Lemurları yaşamakta... Biz adanın başka bir yerinde bu halka kuyruklulara rastlamadık. En çok bu bölgede gördük.
Bu rezerv kurulmadan önce bu türün %95'i insanlar tarafından yok edilmiş. Allah'tan bu rezervden sonra sayıları hızla artmaya başlamış.














Bu sevimli yaratıklar diğer bütün lemurlar gibi Madagaskar'a endemikler.
Hepçiller; yani hem hayvansal(böcek, örümcek,solucan gibi omurgasız hayvanları) hem de bitkisel beslenebiliyorlar. Ancak son yıllarda insanların onları beslemesine izin verilmiyor.
Diğer lemurların aksine ağaçtan çok yerde dolaşmayı seviyorlar. Sosyal olan bu hayvanlar genel olarak gruplar halinde bulunuyorlar ve güneşlenmeye bayılıyorlar.
Buradaki lemurcuklar doğru yolu bulmuşlar ve anaerkil yaşıyorlar. Diğer primatların hepsi (insan ve maymun) ataerkil.
Evrim yasasına göre lemurlar maymunlardan daha önce dünyamızda var olmuşlar.

Rezerv alanında değişik bukalemun türleri bulunmakla birlikte gözümü lemurlardan alamadığımdan kusura bakmasınlar onlarla çok ilgilenemedim.:)













Yüksek toprakları geride bırakıp Ada'nın iyice güneyine yaklaştık.
Burada hava daha bi sıcak iklim daha bir çöl iklimine döndü.
Bu bölgenin yeşili az, ağaçlar karşımıza tek tük çıkıyor. Güneş kavurucu...
Ziyaret ettiğimiz köylerdeki kadınlar güneşin bu yıpratıcı etkisinden kurtulmak için kil maskesine benzer maskelerle yüzlerini koruma altına almışlar.
Güneye indikçe insan yüzleri de daha bir Afrikalı olmaya başladı.
Yüksek topraklarda Merinalar vardı. Burada ise Afrika'dan göç etmiş Bantular buranın etnik grubu...
Ancak Bantular Afrika'dan gelmiş olmalarına rağmen kendi yerel dillerini unutup adada yaşayan (Merinalar gibi) Avustroendonezyalıların dil ve kültürüne asimile olmuşlar.
Bugün Madagaskar halkının konuştuğu "Malgaş"dili Güneydoğu Asya adalarından buraya taşınmış.

 Güneşin en güzel battığı kayalıklar.

Akşam Ranohira Kasabası'nda güzel bir lodge'a yerleştik. Yorgun, kir ve pas içindeydik.
Bu ara, rutin bir durum diye bahsetmedim. Adanın özellikle güneyine indikçe sivrisinek yoğunluğu artıyor. Sarı Humma aşımız var ama sıtmaya karşı sinek ilaçlarından başka önlemimiz yok. Çoğu arkadaşımız böyle riskli bölgelerde profilaktik sıtma ilacı alsa da bunun kar zarar hesabı yapıldığında ilacı kullanıp kullanmamanın bir tercih meselesi olduğunu düşünüyorum.

İsalo Milli Parkı, Jürasik dönemde yağmurun ve rüzgarların şekillendirdiği, kumtaşı ve sedimanter kayalardan oluşan bir park. Gökkuşağının renklerinde nefes kesen kayalıklar ve göz kamaştırıcı dağ manzaraları arasında yürümek hiç de yorucu değil!
Biz de bu bölgeden aldığımız yerel bir rehber aracılığı ile plato ve kanyonlarda 3 saatlik bir yürüyüş yaptık. 
Kuru savan manzaraları arasında ilk bakışta yaşam pek yokmuş gibi görünse de bazı lemur ve kuş türlerinin yanında birçok sürüngen ve yılan cinsi de bu parkta bulunuyor. Yürüyüş sırasında karşımıza birkaç yılan çıktı ancak ne hikmetse evrimsel süreçten geçen bu adanın hayvanları zararlı değil. Tabii sıtma taşıyan sivrisinekler konumuz dışı:)

Madagaskar halkının yarısından fazlasının animist olduğundan bahsetmiştim. Buna bağlı olarak değişik ölüm ritüellerine sahipler. Bunlardan biri de kayaların kavuklarına tabutuyla birlikte bırakılan ölüler.
Üstü taşlarla kapanan tabutlar, yaklaşık iki, üç yıl burada kalıyormuş. Bu süre içerisinde ölen kişinin ruhunun özgürleştiğine inanıyorlar.
Ölünün ne zaman gömüleceğine astrolog adı verilen büyücüler karar veriyor, ondan sonra ölü merasimi başlıyor.
Buna çok benzeyen bir ritüeli biz Endonezya'da görmüştük. Adetler kaybolmuyor demek ki...



















Gezinin en zevkli taraflarından biri de doğal havuz olan "Periler Şelalesi"nde yüzmek. 
Saatlerdir süren yürüyüşün ardından buz gibi suyun içinde olmak tarifsiz bir haz.


Yine yola devam. Adanın güneybatısına gidiyoruz. Artık "baobab" ağaçları da görünmeye başladı. Buranın yerlilerinin inanışına göre Tanrı'nın ters çevirdiği ağaçlar bunlar. Kökleri üstte kalmış Tanrı'nın sinirlenip köklerini havaya diktiği ağaçlar...

Buradan sonra bir süre cep telefonumdan çektiğim fotoğraflarla idare edeceğim. Canon makinamla çektiğim fotoğrafların memory stick'i kayıp. Biraz üzüldüm, asıl fotoğraflarım hep Canon da olur. Buna da şükür diyorum. Sonuçta sadece bir tane hafıza kartı kayıp. Ya hepsi gitseydi😱














ILAKAKA
Ilakaka, Route Nationale 7 (RN7) yolu üzerinde yani bizim güzergahımız üzerinde olan bir kasaba...
1990'ların başında nüfusu sadece 40 kişiyken 1998 yılında dünyanın bilinen en büyük alüvyon safir birikintilerinin keşfedilmesi üzerine bugünkü nüfusu 100 binlere ulaşmış.
Yüksek kazanç hayaliyle Madagaskar'ın çeşitli bölgelerinden kalkıp buraya gelenler kozmopolit bir nüfus oluşturmuşlar. O yüzden burası güvenliğin olmadığı bir kasaba!
Biz de burada arabadan inemedik. Bir ara İsviçreli birinin işlettiği safir mücevher mağazasına girdik. O kadar!

IFATY
Yaklaşık bin kilometrelik bir yol yaptıktan sonra sürekli söylediğim adanın güneydoğusuna geldik. Ifaty'deyiz. Deniz kenarında güzel bir longe'de kalıyoruz. Artık Afrika Kıtası'na daha yakınız. Arada sadece bir Mozambik Kanalı var:)
Ifaty, aslında bir balıkçı köyüyken turistlerin ilgi odağı olunca turizm odaklı olmuş ve büyümeye başlamış. bu bölgede en büyük ve en güzel mercan resifleri bulunmakta.
Denizi güzel, girdim. Sahil bütün kumsal. Ancak elimde buraya koyabileceğim başka fotoğrafım yok.

Ertesi gün bir balıkçı köyüne geldik. Vezo etnik grubunun yaşadığı bir köy burası.
Vezo: kelimenin tam anlamıyla "balık avlayan" anlamına geliyormuş aynı zamanda denizle mücadele eden insanlar anlamında da kullanılıyormuş.
Burası için söyleyebileceğim tek bir şey var. O da "inanılmaz kalabalık bir köy!!!" Köyün yaklaşık nüfusu 1500 kadar ancak nüfusun yarısını 15 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyor. Varın gerisini siz düşünün.
Sahilde takla atan çocuklar mı istersiniz yoksa yemek pişiren kadınlar mı balık ayıklayan gençler mi denizden teknelerini çeken ya da denize açılmaya çalışan erkek ler mi, ağ onaran yaşlılar mı?
Yanarım yine kaybettiğim fotoğraflarıma. O yüzden manzaradan çok elimde kalan ve içinde çoğunlukla benim olduğum cep fotoğraflarıyla idare edeceksiniz.



















Bu bölgenin balıkçıları balık avlamaya"pirog" denilen ilkel teknelerle çıkıyorlar.
Pirog, genelde içi oyulmuş bir ağaç gövdesinden yapılıyor. Hafif çalkantılı bir deniz ortamında bile hemen devrilecek kadar oynak olan bu teknelerin uçlarına şamandıra bağlanmış sağlı sollu iki denge sırığı ekleniyor.
Köye gelir gelmez biz de bu piroglarla Mozambik Kanalı'na açıldık.














Teknede minik arkadaşım Anjelik'te var. Babası bu teknenin sahibi. Bir ara üşür gibi olduk da teknede yere oturduk. Wallahi çocuğun üstüne oturmadım:)
Neyse... biraz üşüsem de genel olarak keyifli bir zaman dilimi yaşadık.
Deniz yüzeyinin de kalabalıkta köyden aşağı kalır tarafı yok:) Denize açılmış o kadar çok balıkçı teknesi vardı ki...
Bazen kıyıdan oldukça uzaklaştığımız oldu. Muz kabuğu gibi ilkel bir teknedeyiz. Ben kendimi kurtarırım da, acaba çocuk yüzme biliyor mu diye aklımdan geçirmedim desem yalan olur. Sonra güldüm kendime. Bu çocuklar mı yüzme bilmeyecek?
Yine böyle kıyıdan çok uzaklaştığımız bir an geri dönüş için yelkenlerin çevrilmesi gerekiyordu, tekne sahibi uğraştı didindi, çırpındı olmadı!!!
Yaa biz de yardım mı etsek derken, ne görelim? Adamcağız tekneden indi ve suda yere bastı. Nasıl yani? Biz bu kadar sığ suda mı gidiyorduk:) Bu nasıl bir yanılgı? O zaman adamcağız niye bu kadar uğraştı?
Aklımda deli sorular ama hiçbirinin cevabı yok!!!😂

Tekne gezintisinden sonra köye tekrar geri döndük. Bu süre zarfında Anjelik'le teknede epey bi samimi olmuşuz, evlerini ziyaret etmesem ayıp olur:)
İşte bu fotoğraf o zamandan kalan bir anı. Arkamda hamur yapıp kızartan Anjelik'in annesi.

Komşuları:)

Köy marketinde alışveriş yaparken...













Ve köyün unutamadığım zeki çocukları. Özellikle bu mavili... Zehir gibi bir şeydi.

Öğleden sonra, Reniala Özel Koruma alanını gezmeye gittik. Reniala'nın Malagasy dilindeki anlamı "Ormanın anası" demek. Ve bu terim asırlardır ayakta duran "baobab" ağaçlarını anlatmakta...
Reniara Rezervi, baobap ağırlıklı olmak üzere değişik endemik ağaç, bitki, kuş ve sürüngen çeşitlerini barındırıyor.
Yukarıdaki kaplumbağa fosforlu mesela... Gece yola çıktığında ışıl ışıl:)



















Rezerv alanında farklı yaş ve boyda baobap ağaçları bulunmakta...Ölümsüz ağaç olarak bilinen baobap'ın gövdesi sıcak iklim şartlarına dayanabilme olanağı veren ciddi bir su deposu görevi yapıyor.
Yağışlı mevsimde gövdesinde topladığı su kurak mevsimde ona yetiyor.
Afrika'nın savanlarında ve Avustralya'da da görülen bu ağaçların sekiz türü var. Altı türü sadece Madagaskar'da bulunuyor.
Buradaki rezervde gördüğümüz en yaşlı baobap ağacı 1500 yaşındaydı ve yerli halkın çaydanlık ismini koyduğu ağacın çapı 12,5 metreydi.

TOLIARA
Ertesi gün Oğlak Dönencesi'nin geçtiği güneyin en büyük şehri olan Toliara'ya gidiyoruz.
Toliara bir liman kenti ve nüfusu 150 binin üzerinde. Havaalanı burada ve biz tekrar başkent Antananarivo'ya dönmek üzere buradaki havaalanını kullanacağız.
Antananarivo'dan minibüsümüzle günler önce yola çıkmıştık. Yaklaşık 1000 km kadar yol yaparak Toliara'ya kadar geldik. Şimdi geri dönüş uçakla olacak.

O gün Toliara'da büyük kalabalıklar vardı. Ülkede Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşmış. Bizim bineceğimiz uçaktan bu adaylardan biri indi. Onu karşılamaya gelenlere adayın resimlerinin olduğu tshirtler dağıtılmış.
Bu seçimde adaylığını koyanların sayısı inanılır gibi değil! O yüzden ben yazmayacağım. Ama sayı yüzlerle ifade ediliyor onu söyleyeyim. "İşsiz kalan cumhurbaşkanlığına adaylığını mı koyuyor?" demekten insan kendini alamıyor.
Adaylar bol olunca, halk da bu siyasilere "biz niye bu kadar fakiriz?" diye sormayıp onları şakşaklayınca propaganda çalışmaları sokaklarda tüm hızıyla devam ediyor.
Cumhurbaşkanı adaylarından, aklımda kalanlardan biri rahip, bir diğeri de ünlü bir rock şarkıcısı... İnşallah rock şarkıcısı kazanır da halkına bol bol şarkı söyler. Masal anlatmasından iyidir. Fena mı?

Başkent Antananarivo'ya geldik. Havaalanından otelimize doğru gidiyoruz. Buraları aşağı şehir olarak tanımlanan yani fakir kesimin yaşadığı yerler. Ancak yine de ana yolun geçtiği semtler bunlar. İç kısımlar nasıl? Onu tahmin etmek kolay mı zor mu bilemedim.



 Burası şehrin ticaretinin aktığı ana yerlerden biri. Yani bizim Eminönü gibi...

İş çıkışı... Bunlar şanslı kesim çünkü işleri var ve dolmuş kuyruğunda bekleseler bile sonuçta iş çıkışındalar.

Burası başkent olmasına rağmen "tek bir yeni araba görmedik." desek yalancı olur muyuz? Yok olmayız! Fransızların çöpe attığı ne kadar araba varsa hepsi burada...
Ama efsane Citroen Deux Chevaux eski bile olsa tarzı bir başka...

 Esnafa yemek çıkaran bir lokanta... Onlar da yavaş yavaş dükkanı kapatıyorlar.

 Yine aynı bölgede bir Tıp Fakültesi. Bu fotoğrafı kızlarımıza göstermek için çektik.

Burası ise, daha önce bahsetmiştim şehrin yukarı ve zengin bölgeleri.

Otelimizin sokağına geldik. Bu gece burada kalıp sabah tekrar yola çıkacağız. Bu kez Ada'nın kuzeyine yolculuk var.

Antananarivo'da bir pazar yerini gezmeyi çok istedik. Otelimize yakın böyle bir yer vardı ancak yerel rehberimiz oraya gitmemizin sakıncalı olduğunu söyledi. Fotoğraf bile çekemezmişiz. Makinanızı, telefonunuzu anında kapar giderler dedi.
Sonra bizi çöplüğün içindeki bu pazar yerine getirdi;) Burası daha halk pazarıymış.

Hani yardım amaçlı evde ne var ne yok kıyafetlerinizi toplayıp yardıma muhtaç insanlara gönderiyorsunuz ya, işte Afrika'ya gönderile kıyafetlerin bir kısmı simsarların eline geçiyormuş. Sonra pazarda hepsi satışta!!! İkinci el sütyen ve kilotlar bile pazarda satışa çıkmış.












Pazar, sebze meyve açısından oldukça zengindi. Hele bunların organik olduğunu düşünürseniz o açıdan burası cevher gibi bir yer.

Pazarın bir bölümünde havuç ve turplar rendelenmiş, öyle satılıyordu; hemen salata yapmaya hazır. Hizmette sınır yok:) Yanında da bu sevimli kediyi verirler mi acaba?

Sonra onlarca irili ufaklı birçok dükkanın olduğu, çok çeşitli yerel sanat ürününün satıldığı zanaatkarlar çarşısına geçtik. Dükkanların hırpani haline sakın aldanmayın gerçekten de içerde el emeği göz nuru birçok obje bulunuyor.

Antananarivo'dan ayrıldık bu kez kuzeydoğuya doğru gidiyoruz. Güney'in çöl yapısının aksine bu bölge yağmur ormanlarıyla kaplı.
Yolda molalar vererek ilerliyoruz. İnanılmaz lezzetli meyveleri var buranın. Dedim ya sadece yedi kişiyiz ve daha önce birlikte seyahatlerimiz oldu.
İçimizden birinin "aaaa muzlar ne güzel" demesi yeterli. Biz hemen moladayız.

Yine kavuştum yavrulara...
"Madagascar Exotic" adı verilen Pereyras Rezerv Alanı'ndayız. Burası özel bir rezerv alanı. Neredeyse ömrünü buradaki türleri araştırmaya adamış olan bir bilim adamı Dr.André Peyriéras tarafından kurulmuş.

Daha önce Madagaskar'ın güneyine inerken "halka kuyruklu lemurlar"ı görmüştük. Onlardan sonra gördüğüm ikinci farklı tür; Kahverengi lemur (Eulemur fulvus)
Halka kuyruklu lemurlara göre bunlarla daha samimi olduk. Çünkü bu cimcimeleri beslemek serbest ve burunları kokuya o kadar hassas ki al eline muzu arkandan gelsin, tepene çıksın...
Genelde yağmur ormanlarının bulunduğu bölgelerde yaşayan bir tür. Yaprak dökmeyen ağaçları seviyorlar ve yere fazla inmeyip ağaç tepelerinde geziniyorlar.
Yaşamları 30 yıl kadar. İkiz nadir doğuruyorlar genelde tek yavru. Yavru doğduktan sonra altı ay annesinin karnına sarılarak bir sonraki altı ayda da sırtında yaşıyor.
Bu saydığım özelliklerin çoğu zaten lemurların birçoğundaki ortak özellikler.



















Dr André Peyriéras 3000 üzerinde keşif yapmış önemli bir böcek ve sürüngen bilimcisi. Çiftlikte sadece Madagaskar'a özgü olan bukalemun ve geko kolleksiyonu ise oldukça zengin. Daha fotoğraflarını buraya koyamadığım birçok bitki ve hayvan örnekleriyle gezmeye doyamayacağınız bir rezerv alanı burası.














Daha biter mi? Bitmedi:)
Tanıştırayım bu muhteşem sevimli yaratık Sifaka...(Propithecus coquereli)
Biraz şaşkın, biraz hüzünlü... Arka ayakları uzun olduğundan dört ayaküstünde yürümekte zorlanıyor. O yüzden arka ayaklarını kullanarak dans eder şekilde zıplayarak yürüyor.

Ne muhteşem topraklar burası... Rezerv alanı, lemurlar beni kalbimden vurdu. Rüyada gibiyim.😇  Ama daha gidecek çok yolumuz var.
Akşamüstü, Mantasoa Gölü'nün kenarında bulunan şık bir otele geldik. Şık ya da lüks kavramı ülkeden ülkeye değişiyor. Ama bu ülkede hepten değişik kavramlar.














Akşam yemeğine kadar olan zamanda otele yakın küçük bir yerleşim bölgesine geldik.
Burası neresi mi?Hani, en başta yazmıştım kötü bir kraliçe vardı çok kişiyi öldürüp yabancıları ülkesinden kovan ama yabancı Fransız bir sevgilisi olan... Bu kraliçenin ismi Ranalova I'di.
İşte onun sevgilisi Jean Laborde'nin tarihte yaşadığı yere geldik.
Jean Laborde; bir maceracı, çapkın bir maceracı ve Madagaskar'ın ilk sanayicisi.
Daha sonra Fransa'nın Madagaskar'daki ilk konsolosu olarak görev yapmış.
Aynı zamanda demir ve çelik üretim tesisleri kurarak kraliçenin ordusuna silah sağlayan kişi.

Akşam üzeri Mantasoa Gölü'nde güneşin batışı...

Bu kez Andasibe'ye doğru yola çıktık. Ziyaret yerimiz Andasibe-Mantadia Rezerv Alanı.
Buradaki rezerv alanı değerli palisander ağaçları ve sarmaşıklarla kaplı. Adanın en yüksek ağaçlarına sahip bu bölgede çeşitli kuş, memeli ve sürüngenler yaşamakta.













Fakat buradaki rezervin en önemli özelliği Madagaskar'ın sadece bu bölgesinde görülen 70 cm'lik boyuyla zamanımızın en büyük lemur türü olan kısa kuyruklu "İndri indri" ya da yöresel adıyla "babakoto"yu barındırması.
Halkın kutsal kabul ettiği İndri aynı zamanda tek eşli olan tek lemur türü. Eşlerden biri ölünce, diğeri bir daha eş aramaz ve yavrularına hayatının sonuna kadar bakarmış.
Genellikle 6-8 kişilik aile grupları halinde yaşıyorlar. Aile reisinin avuç içinde yapışkan bir sıvı bulunuyor ve ailenin yaşam alanınını ağaçlara değerek bu sıvı ile belirliyor.
Başka bir indri onun evi sayılan bu sınırların içine giremiyor. Ama başka bir cins lemura kapıları her zaman açık. Sadece indri giremez. Yasak!:)
İndri'nin en ayırd edici özelliklerinden biri de yüksek sesle ormanın içinde şarkı söylemesi. Bir tanesi bağırıp şarkı söylemeye başlayınca diğer indriler de ona eşlik ediyor. Ben bu bağrışmalara şarkı diyorum ama rehberimize göre "burası benim alanım senin ne işin var?" gibisinden tehdit bağrışlarıymış.
Siz ormanı sessiz bilirdiniz değil mi? Gelin bir de o zaman görün.:)

Diademed sifaka(Propithecus diadema), nesli tükenmekte olan bir sifaka türü. İndri ye yakın büyüklükte olan bu tür yine indri ile aynı rezerv alanında korumaya alınmış.
O gün, nemli yağmur ormanının içinde kah çalılara takılarak, kah yuvarlanarak bu sevimli yaratıkların peşinden koştuk. Bu rezerv alanında daha fazla lemur türü olmakla beraber biz sadece bu iki türü görebildik
Yeri gelmişken söyleyeyim. Sürekli rezerv alanlarından bahsediyorum. Nedenine gelince; Madagaskar'a özgü bitki ve hayvanları rezerv alanlarının dışında göremiyorsunuz. Ben bu ülkeye gelmeden önce sanıyordum ki doğada gezerken tüm bu nadir türlere denk geleceğiz.
Ama insanlar o kadar fakir ve devlet politikası da o kadar yetersiz ki... En başta odun kömürü elde etmek için sürekli ağaç kesiyorlar. Bu sevimli yaratıkları et ihtiyaçlarını gidermek için avlayıp yiyorlar. Bir çoğunun nesli tükenmek üzere...
İşte bu rezerv alanları, canlıları koruma amaçlı kolonileşme döneminden kalma muazzam araziler. Bu alanları küçük bir park sanmayın. İçlerinde yağmur ormanları, göller ve el değmemiş doğal yaşam alanları var ve çoğunlukla zengin Fransız ailelerine ait.













Bu rezerv alanları aynı zamanda turistik amaçlı da kullanılıyor.  Gelen turistler ortam ile uyumlu bungalovlarda kalıyor ve doğal ortamı rehberler eşliğinde araçlarla dolaşıyorlar.
Örneğin; kaldığımız otel, Andasibe-Mantadia Rezerv Alanı içinde bir orman lodge'u... Tabi bu kadar nemli ve suyu bol olan yerde de sivrisinekler cirit atıyor. Madagaskar'da cibinliksiz otel çok az.

Öğleden sonra "lemur adası" olarak nitelendirilen lodge'un özel rezervine gidiyoruz.
Burayı unutmam mümkün değil. Mutluluktan çığlıklar attığım bir yer. Kendimi kaybettim.:)

Bu özel rezerv alanına çıktığımızda bizi lemurlar karşıladı desem yalan olmaz. Nasıl tatlı şeyler...
Tüyleri yumuşacık, elleriyle dokunmaları insanı hiç irrite etmiyor.
Muz manyağı bunlar. Bilsem bunları yaşayacağım, kilolarca muzu feda ederdim onlara...
Çok sıcak kanlılar ama kedi köpek gibi sıkıştırıp sevemiyorsunuz. Özgür ruh onlar. Ormanın içinde yürürken her an hazırlıklı olmak zorundasınız bir anda hooop üstünüze bir lemur zıplayabiliyor, sonra öbürü sonra öbürü... Kucağınızda fazla durmuyorlar bir iki size dokunup üstünüzde yürüyüp en yakın bir ağacın dalına zıplıyorlar...
Onları severken o kadar kendimi kaybettim ki ne saç kaldı ne baş. İşin kötü tarafı da Madagaskar'dan başka bir yerde onları göremeyecek olmam.














Bu minik de bir lemur. Ama çok çekingen. Diğer serseriler gibi üzerine atlamıyor insanın. Tutunmuş bir ağaç dalına neler olup bittiğini seyretmekle meşgul.

Bu ada başlıbaşına bir cennet. Dünyayı gezmenin en önemli sebeplerinden biri evde hiç görmediğimiz şeyleri görmekse buyrun Madagaskar'a:)



MANAMBATO
Yolculuğun yavaş yavaş sonuna geliyoruz. Sabah erkenden yola çıktık ve Manambato'ya geldik. Bizi alacak olan botu bekliyoruz. Botla Pangalanes Kanalı'ndan geçip yaklaşık bir 100 km'lik yol gittikten sonra Liman kenti olan Toamasina'ya geçeceğiz.












Pangalanes Kanalı, Madagaskar'ın doğu kıyısında Hint Okyanusu'na paralel 600 km boyunca uzanıp giden bir kanal. Bunun ancak 400km kadarı teknelerin geçişine elverişli.













Kanal açılmadan önce de burada göller ve nehirler varmış. Ancak Fransız sömürge döneminde göl ve nehirlerin arasına bağlantılar yapılarak kanal oluşturulmuş.
Fransızların bu kanalı yapmalarındaki amaç; ihraç mallarının (vanilya, kahve, karanfil v.b) sevkıyatını, fırtınalı Hint Okyanusu'ndan yapmaktansa bu kanaldan yürütüp doğu kıyılarının en büyük liman kenti olan Toamasina(Tamatave)'ye ulaştırmak.

Pangalanes kanalı bölgenin can damarı. Çünkü bu bölgede ulaşımı sağlayacak doğru dürüst yol yok!
Çevrede birçok köy var. Yol boyunca onların yaşamlarına tanık olmak ayrı bir keyif.















Kanal turu rüya gibi... Yaşamın kaynağı olan su, günlük hayatı geride bırakmak ve rahatlamak için istediğimizden fazlasını bize veriyor. Etrafımızda palmiye ağaçları, su sümbülleri, nilüferler daha da önemlisi bozulmamış bir doğa var.
Tekne de çalışanlar dışında başka yabancı yok. Biz de uzattık ayaklarımızı, doğayı gözlemlerken teknenin ritmik hareketlerine teslim olmanın tadını çıkardık.

Dedim ya kanalın boyu 600 km. Biz sadece Monambato- Toamasina arasındaki 100 km'lik yolu kullanacağız. O da yaklaşık üç saatlik bir yol demek.
Öğle yemeği için yağmur ormanlarının içindeki bir lodge'da mola veriyoruz.













Yemek deyince Madagaskar'da yediklerimizden hiç bahsetmedim.
Çok kısa ona da değineyim. Ülke hala Fransa'nın etkisinde yaşıyor. O yüzden Madagaskar Fransız mutfağı etkisinde kalmış. Et olarak "zebu" tüketiliyor. Tavuk ve kazların hepsi organik. Kıyıya yakın yerlerde de bolca balık ve deniz ürünü var.

"Sürprizleri sever misiniz?" Bu soru bana sorulsa hemen "Hayır!" derim. Dememek lazımmış:)
Dönüş yolunda, yemek yediğiniz restoranın hemen arkasındaki bir rezervde, onları artık bir daha göremeyeceğimi düşündüğüm bir sırada, karşıma çıkmasınlar mı? Hem de çeşit çeşit💓
İnsanın tarih öncesinden gelen akrabalarıyla doğal ortamında karşılaşması sanırım sadece Madagaskar'da mümkün.

Babakoto'm!!!! Onunla elele tutuştuk. Uzun süre elimi bırakmadı. Lütfen ellerine dikkat eder misiniz? Tanrı'nın mucizesi bu, çok şanslıyım😇

Toamasina'ya geldik. Fransızlar buraya Tamatave diyorlar. Madagaskar'ın Hint Okyanusu ve dünyaya açılan en önemli penceresi ve ticaret merkezi olan bu kent büyük bir limana sahip.
1927'de kasırganın tahrip ettiği şehir yeniden yapılandırılmış. Günümüzde, palmiye ağaçlarıyla kaplı geniş caddelerinde çok sayıda otel ve restoran bulunuyor.


Madagaskar yolculuğunun sonuna geldik. Toamasina Havaalanı'ndan komşu ada Reunion'a uçacağız. Ancak buradaki havaalanını anlatmazsam olmaz.
Fotoğraflarda da görüldüğü gibi derme çatma bir yer burası. Onca uçak yolculuğu yaptım böylesine ilk kez tanık oluyorum.
Örneğin; havaalanında hiçbir digital gösterge yok. Reunion uçuş numarasını bir kağıda yazıp asmışlar. Kıyamam:)(üstte sağdaki fotoğraf)
Toamasina uluslararası bir havaalanı ama içerde x-ray cihazı olmayınca valiz kontrolleri manuel yapılıyor.
Aç valizi... Deşeliyorlar bir işaret. Tamam bitti diyorsun. Bir koridor kıvrılınca yine; aç valizi... Tamam geç. İki kere kontrol ettiler üçüncüsü olmaz diyorsun... Aç valizi:)))
En son, havaalanında uçak bekliyor; biz de onun önünde sıraya girmişiz. Yağmur yağmaya başladı, ıslanıyoruz. Adamlarda hiç telaş yok neredeyse bizi don gömlek soyup kontrol edecekler.
Bunları niye yazıyorum? Bana ilginç geldiği için.
Çok mu umurumda? Hayır!

Tek ve değişmeyecek bir gerçek var.
Ben muhteşem bir adaya gittim. Dünyanın kayıp adasına💙💚💛