FİLİPİNLER

Bu kez yolum Pasifik’teki bir ülkeden geçti. 7.600’den fazla adası olan bir ülkeden... Filipinler’den bahsediyorum.

Bir gün evdeyim, telefon çaldı. Arkadaşlarım aradı: “Biz Filipinler’e gidiyoruz, hadi sen de bize katıl!” 
Bir an durdum. Hemen cevap veremedim.
Sevgili yol arkadaşım yanımda olmadan bu uzun yolculuğa katlanabilir miydim?
Anılar canlandı, en son 2018 yılında uzaklara gitmiştim. O zamandan beri hayatım ne kadar da değişmişti.
Ama belki de tam zamanıydı. Yine de içimde buruk bir hüzünle, kendimi bir anda dev bir uçağın içinde buldum.
Uçakta tek bir boş koltuk yoktu. Yolcuların neredeyse %90’ı Filipinliydi. Gözüme çarpan birkaç turist dışında herkesin ten rengi, dili birbirine benziyordu.
İlk başta düşündüm: “Bunca Filipinli neden seyahat ediyor?” 
Ama sonra fark ettim. Bunlar, tüm dünyaya dağılmış Filipinli göçmen işçilerdi. Koyu Kataolik olan Filipinliler Noel Bayramını kutlamak için ailelerinin yanına, evlerine dönüyorlardı.

Uçak yolculuğu 12 saat sürdü. Derken Filipinler’in başkenti Manila’ya iniş yaptık. Uçağın kapısından dışarı adım attığımızda, hava sıcak, nemli ve kasvetliydi... 

Sonra şehir merkezinde şık bir restorana gittik. Özellikle deniz ürünleri gerçekten taze ve lezzetliydi; ızgara kalamar, sarımsaklı karides, hindistan ceviziyle marine edilmiş balık… Ama dürüst olmak gerekirse genel olarak Filipin mutfağı beklentimin oldukça altındaydı. 
Arkadaşlarımın dediğine göre Antakya'nın suyunu içmiş birine yemek beğendirmek zormuş.(Öyle)

Ertesi gün Manila turuna başladık. Küçücük ama meraklı bir grubuz. Şehri tanımaya, Filipin kültürünün en ikonik sembollerinden biriyle başlamak istedim: Jeepney.
Bu rengârenk taşıma araçları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Filipinler’de bırakılan Amerikan Jeep’lerinin dönüştürülmesiyle ortaya çıkmış. Halk, bu savaş artıklarını hem ekonomik hem de yaratıcı bir çözümle uzatmış, içine oturma yerleri ekleyip toplu taşıma aracına çevirmiş.
Zamanla bu araçlar, Filipinli zanaatkârların ellerinde birer sanat eserine dönüşmüş. Her Jeepney, el boyaması desenlerlekrom kaplamalarladini ikonlarla ve parlak neon yazılarla süslenmiş. Öyle ki sokakta gördüğünüz her Jeepney başka bir karakter gibi... Hiçbiri birbirine benzemiyor.














Manila, Filipinler’in başkenti ve aynı zamanda en kalabalık şehirlerinden biri.
Ama öyle klasik bir başkent gibi düşünmeyin. Burası biraz kaotik, bolca renkli, zaman zaman yorucu ama her zaman canlı.
Şehre ilk adım attığımızda göze çarpan şey, gökyüzünü delen cam kuleler, gösterişli rezidanslar ve sokaklarda süzülen siyah camlı lüks arabalar. Bu, Manila’nın “yeni yüzü”. Parlak, iddialı, gösterişli...

Ama Manila sadece bundan ibaret değil.
Arka sokaklarına girdiğinizde bambaşka bir şehir çıkıyor karşınıza.
Küçük dükkânlar, sokak satıcıları, çocuk sesleri, yıkanan çamaşırlar... Diğer yandan trafik, kornalar, Jeepney’ler, neon tabelaları… Her şey daha gerçek, daha Filipinler’e ait.
İlk bakışta kaos gibi görünse de dikkatli bakıldığında hayatın ritminin bu şehirde attığı fark ediliyor.
Bazen tek bir sokak, size şehrin bütün çelişkisini gösterebiliyor: bir yanda gökdelen, diğer yanda sacdan yapılmış evler.
İşte bu yüzden Manila’yı gezmek sadece fotoğraf çekmek değil; bir ruh hâlini yaşamak gibi.

Manila’daki ilk durağımız Rizal Park. Burası sadece büyük bir park değil; Filipinler’in kalbine dokunan, tarihi ve duygusal açıdan çok önemli bir yer. Adını, Filipinler’in ulusal kahramanı José Rizal’den alıyor. Rizal, İspanyol sömürge döneminde halkını uyandırmaya çalışan bir yazar, doktor ve düşünür. Aslında ona en çok “aydın bir direnişçi” demek daha doğru olur.
Rizal’den bahsetmişken, Filipinler’in İspanyol sömürgesi olduğu dönemlerden de kısaca söz etmek istiyorum.
Baharat adalarını bulmak için sürekli batıya giden Magellan 1521 de adalara ilk ayak bastığında, Avrupalılarla Filipinler’in ilk teması başlamış. Ardından İspanyollar buraya kalıcı olarak yerleşmişler. öyle ki Macellan buradaki adalar topluluğuna İspanya kralı 2. Felipe'nin adını vererek "Filipinler" ismini kazandırmış.
İspanyollar adalara öyle sağlam yerleşmişler ki, yerli halka Katolikliği ve İspanyolcayı zorla kabul ettirmişler. Bugün bile bu topraklarda Katolikliğin o ağır havasını hissedebiliyorsunuz. İnsanların isimleri bile İspanyolca kökenli... Sanki Latin Amerika'dasınız...
19.yüzyıla gelindiğinde ise eğitimli Filipinliler, İspanyol yönetimine karşı düşünsel bir direniş başlatmışlar.Bu direnişin en güçlü simgelerinden biri, yazdığı romanlar ve fikirleriyle halkın uyanmasına öncülük eden José Rizal olmuş.

Ve ne yazık ki, tam da bu parkta, Rizal 1896 yılında İspanyol askerleri tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüş.
Bugün onun anısına parkın tam ortasında büyük bir anıt var.
Filipin halkı için Rizal, sadece bir kahraman değil, özgürlüğün ve onurun simgesi.

Manila’da zaman yolculuğu yapmak isterseniz, rotanız kesinlikle Intramuros olmalı. Biz de öyle yaptık.
Burası adeta başka bir dünya. Sanki tropik bir Avrupa kasabasına adım atmış gibi oluyorsunuz.
Intramuros kelimesi İspanyolca’da “Şehir İçinde Şehir” anlamına geliyor.
16. yüzyılda, İspanyollar Filipinler’i sömürgeleştirirken, Manila’yı savunmak ve yönetmek için buraya büyük taş surlarla çevrili bir şehir inşa etmişler. Burası İspanyol sömürge yönetiminin merkeziymiş. Burada yaşayanlar çoğunlukla İspanyollar, Katolik misyonerler ve zengin yerli ailelermiş. 
Şimdi İntramuros'u gezmeye başlayalım.

Önce Fort Santiago,
Burası, Intramuros’un en etkileyici ve tarihî açıdan en anlamlı yapılarından biri.
16. yüzyılda, İspanyollar tarafından Pasig Nehri kıyısına bir savunma kalesi olarak inşa edilmiş. Ama zamanla sadece bir kale değil, aynı zamanda bir hapishane ve infaz alanı haline gelmiş.
Fort Santiago, Manila’nın belki de en derin izler taşıyan yerlerinden biri.
Yüzyıllar boyunca bu taş duvarlar çok şey görmüş: İspanyol sömürge döneminde mahkumlar, işkenceler; II. Dünya Savaşı sırasında ise Japon işgali altında kaybolan yüzlerce insan…

Ama burayı bu kadar özel kılan, Filipinler’in ulusal kahramanı José Rizal’in son günlerini burada geçirmiş olması.
1896 yılında idam edilmeden önce, Rizal bu kalede bir hücreye kapatılmış.
Bugün o hücre bir müze... İçeride onun kişisel eşyaları, yazıları ve hayatına dair birçok detay sergileniyor. Çok sade ama etkileyici bir atmosferi var.
Kalenin zeminine döşenmiş bronz ayak izleri, Rizal’in hücresinden çıkarılıp infaz yerine kadar yürüdüğü son yolu simgeliyor.

San Agustin Kilisesi; 1607 yılında tamamlanan ve Filipinler’in en eski taş kilisesi olarak kabul ediliyor. UNESCO tarafından “Baroque Churches of the Philippines” koleksiyonu içinde yer alıyormuş.

Manila Katedrali; İntramuros’un kalbinde yer alan ve şüphesiz Filipinler’in en önemli dini yapılarından biri... İlk olarak 1571 yılında inşa edilen bu katedral, zaman içinde depremyangıntayfun ve en yıkıcısı olan II. Dünya Savaşı sırasında defalarca yerle bir olmuş. Ancak her seferinde yeniden inşa edilmiş. 

İntramuros Şehri sadece bu kadar değil, taş sokaklar, at arabaları (evet, hâlâ kullanılıyor!), eski kiliseler, avlulu evler, avlularda dolaşan kediler... Her şey o kadar farklı ki, bir an Manila’da olduğunuzu unutuyorsunuz.


Son olarak Casa Manila'ya uğrayıp yemeği orada yiyoruz. 
Casa Manila, Filipinler’in başkenti Manila’daki Intramuros bölgesinde yer alan, İspanyol sömürge dönemini yansıtan etkileyici bir müze-ev. Burada 19. yüzyılda, sömürge döneminde yaşamış olan zengin Filipinli elit sınıfın hayatı canlandırılmış. Hem mimarisiyle hem de iç dekorasyonuyla dönem ruhunu çok iyi yansıtmışlar.
Ancak II. Dünya Savaşı'nda yıkılan ev, 1980’lerde, eski İspanyol tarzı evlerin bir rekonstrüksiyonu olarak İmelda Marcos'un himayesinde dönemin mimarisine ve yaşam tarzına çok sadık kalınarak yeniden yapılmış.

İmelda Marcos’tan bahsedince, ister istemez aklıma Filipinler’in yakın tarihine damga vurmuş o isim geliyor: devrik lider Ferdinand Marcos. Ve tabii ki ondan ayrı düşmeyen sevgili eşi İmelda...
İmelda’nın o dillere destan ayakkabı koleksiyonunun, gösterişli yaşam tarzının ve teatral gülüşünün arkasında aslında oldukça karanlık bir dönem gizli.
Ferdinand Marcos, ülkenin başkanı olarak göreve geldiğinde takvimler 1965’i gösteriyordu. Ancak zamanla bu liderlik, halk için bir umut olmaktan çıkıp, bir otoriter rejime, bir baskı dönemine dönüştü.
1972’de ilan ettiği sıkıyönetim, Filipinler’in karanlık yıllarının başlangıcı oldu.
Binlerce kişi susturuldu, tutuklandı, kayboldu. Ülke, korku ve sansürle çevrelendi.
Ama Marcos’un hikâyesi sadece siyasetle sınırlı değil; aynı zamanda gösterişli bir çöküşün hikâyesi var burda...
Bugün bile Marcos soyadı Filipinler’de tartışmalı.
Devrik liderin oğlu, Ferdinand Marcos Jr, 2022 yılında bu ülkeye başkan seçilmiş. 
İnsan "Nasıl yani?" demekten kendini alamıyor.

Manila'nın Çin Mahallesi, yani Binondo, sıradan bir mahalle değil, dünyanın en eski Çin Mahallesi olarak kabul ediliyor. 
Intramuros’un ağırbaşlı taş duvarlarından çıkıp Pasig Nehri’ni aştığınızda, bir anda sesler, kokular ve renkler değişiyor.
Mahalle, 1594 yılında İspanyol koloni yönetimi tarafından, Filipinler’deki Çinli göçmenlerin yerleşmesi için kurulmuş. Düşünsenize, bu sokaklar 400 yılı aşkın süredir bir kültürün izini taşıyor!














Manila'dan ayrılıyoruz. Yaklaşık 1 saat 30 dakikalık bir uçuşun ardından, bir sonraki durağımız; Palawan Adası’na iniyoruz.
Palawan, Filipinler’in en batısında yer alıyor ve ülkenin en uzun adası olma özelliğine sahip. Aynı zamanda Filipinler’in en iyi korunan doğa alanlarından biri ve dünya çapında “biyolojik çeşitlilik açısından da en önemli adalarından biri...” olarak geçiyor.

Palawan Adası’nda Puerto Princesa'ya iniyoruz. Burası adanın resmi başkenti, ama aklınıza Manila gibi bir metropol gelmesin. Bu şehir küçük, sakin ve tropik bir liman şehri.
Şehir adını İspanyol sömürge döneminden almış. Efsaneye göre, güzel bir limanda doğan bir prensesin onuruna bu ismi vermişler.

Akşam, şehir merkezindeki küçük bir restorana gittik. Hava tatlı ve sakindi. Arka planda canlı müzik çalıyordu "The Platters'den ONLY YOU"
Pasifik’te tropik bir adadayım. Teknolojiden uzağım. Bir anlığına kendi gerçekliğimden koptum.
Sanki kapıdan Amerikalı askerler girecek, kabarık etekli, kalem topuklu kadınlarla dans etmeye başlayacaklardı. Bu tuhaf duygu, sadece Puerto Princesa’ya özgü değildi. Sonraki günlerde gittiğim adalarda da benzer bir atmosfer beni karşıladı. 
Bu coğrafyada gerçekten de bir zamanlar Amerikan askerleri vardı.
Filipinler’i 1898’de İspanya’dan 20 milyon dolara satın alan Amerika, İkinci Dünya Savaşı sırasında Japon saldırılarına karşı ülkeye yeniden asker çıkarmıştı.
Ve o günden beri bu topraklar, hem savaşın izlerini hem de Amerikan etkisini taşıyor.

Ertesi gün yola çıkıyoruz. Önce balıkçı kasabası olan Sabang'a uğrayacağız. Bu kasaba Underground River (Yeraltı Nehri) turunun başlangıç noktası .

Sabang sahiline vardığımızda ilk dikkatimi çeken şey sahilde, yan yana dizilmiş küçük, renkli tekneler oldu.
Kimi kırmızı, kimi mavi, bazıları yıpranmış boyalarıyla hafif soluk ama hâlâ canlı...
Nehir turuna katılmak isteyenler, sahilde hatırı sayılır bir kalabalık oluşturmuştu. Sonra sıra bize geldi, dizlerimize kadar suya girdik ve tekneye öyle tırmandık. Aslında bu durum o günle sınırlı değildi. Filipinler’de bulunduğumuz süre boyunca, hangi adaya gidersek gidelim, hep suyun içinden tekneye bindik ve indik. Yani durum epey meşakkatliydi. 
Ben bu işi en pratik haliyle Crocs terliklerle çözdüm.Ne kayıyor, ne de suya karşı hassas.
En güzeli de, arka bandı sayesinde dalga gelse bile ayağınızdan çıkmıyor.
(Tavsiye ederim.)

Yaklaşık 15-20 dakika sonra tekneden indik, yine dizimize kadar suya batarak. Şimdi kısa bir orman yürüyüşümüz var. Sonra yeraltı nehrindeyiz.

Underground River (Yeraltı Nehri)’ne geldik. Buranın, dünyanın en uzun yeraltı nehirlerinden biri olduğunu öğreniyorum. Ayrıca UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyormuş.
Demek ki gerçekten etkileyici bir doğa harikasıyla karşı karşıyayız. 
Girişte baret ve can yeleği veriyorlar. Yeleği anladım da baret ne oluyor dedim? Mağaranın bazı bölümlerinde tavan alçakmış. En önemlisi de binlerce yarasa mağaranın tavanına asılmış onların dışkılarından korunmak içinmiş. Bu da iyi:))

Nehir, mağaranın içinde ilerliyor. Küçük teknelerle karanlığa doğru süzülüyoruz. Sempatik Filipinli rehber fısıldayarak konuşuyor “Burası, dünyanın en uzun gezilebilir yeraltı nehirlerinden biri. Ve sadece doğanın eseri... Hiçbir insan eli değmeden oluştu.”

Mağaranın içindeyiz. Ne motor sesi var ne de konuşma. Sadece küreklerin suya değdiği o sakin “şapırtı. Dışarının sıcağından eser yok içerisi serin. Yarasalar da üzerimize dışkılamasalar daha keyifli gideceğiz.

İlk başta içerisi zifiri karanlık. Gözünüz bir süre hiçbir şey görmüyor. Sonra rehber yavaşça fenerini tavana doğru tutuyor.
İşte o an: dev sarkıt ve dikitler ortaya çıkıyor.
Bir kısmı fil hortumuna, bir kısmı kutsal Meryem heykeline, bir kısmı erimiş mumlara benziyor. Rehber her birine isim vermiş: "Bu The Cathedral, bu The Candle", "Şu karşıda Angel’s Wings" gibi...
Yaklaşık 1.5 kilometrelik bir parkur gezdiriliyor. Aslında nehrin toplam uzunluğu 8 kilometre ama tamamı turistik olarak kullanılmıyor.

Mağaradan çıktığımızda gözüm yeniden gün ışığına alışmakta zorlanıyor. Ama olsun çok keyifli bir geziydi. İyi ki buralara gelmişim diyorum.

Tropik bir bahçe de öğle yemeğini alıyoruz. Keşke yemekleri daha lezzetli olsaymış. Neyse ki meyve ve kahve var. Akşama kadar beni tutar.














Puerto Princesa’da yaptığımız bir başka doğa gezisi de Mangrove Paddle Boat Turu oldu.
Sessiz, motor kullanmayan teknelerle mangrov ormanlarının içine doğru süzülüyorsunuz.
Etraf tamamen doğal. Su hafif bulanık, kenarlarda dev kökleriyle suya tutunan mangrove ağaçları var. Teknedeki rehber bu ağaçların ne kadar önemli olduğunu anlatıyor: Kıyı erozyonunu engelliyorlar, balıklara ve kuşlara yuva oluyorlar, karbonu emerek doğayı koruyorlar.
Tur yaklaşık 30–40 dakika sürdü. Bir doğa belgeselinin içindeymişiz gibiydi. Sessiz, sakin ama  benim için bir o kadar da etkileyiciydi. 

Akşam saatlerinde Puerto Princesa limanına indik. Bir tekne turumuz daha var ama tekne henüz gelmemişti. Ben de sahil boyunca yürümeye başladım, hava hafif esiyor. Yürürken etrafa bakıyorum, insanları izliyorum. 
Düşünüyorum da dünyanın bir ucundayım ama “Aslında hepimiz birbirimize ne kadar da benziyoruz.”
Liman yolunun karşısına küçük bir pazar yeri kurulmuş.
Alışveriş yapanlara bakarken aklımdan geçiyor: “Burası da bizim İskenderun Arsuz pazarından çok farklı değil.” Oraya da böyle akşam olduğunda inerdik. 
Bir köşede çay kahve içenler var. Diğer tarafta ise dondurma yiyen çocuklar…
Onların yanında oturan anne babalar belli ki sıcaktan bunalmış, kendilerini deniz kıyısına atmışlar.
O an düşündüm, coğrafya değişiyor ama sahneler aynı.
Sadece dil farklı, yüz ifadeleri değil.

Liman boyunca yürürken diğer yandan da beklediğimiz teknenin gelişini takip ediyorum. Biraz gecikme yaşansa da tekne geliyor ve biniyoruz. Biraz sonra şahit olacaklarımdan habersizdim tabi. 














Nereye gidiyoruz derseniz ateş böceklerini görecekmişiz. Başta çok anlam yüklemedim aslında.
Sonra Puerto Princesa limanına doğru açılmaya başladık. Epey bir yol aldıktan sonra tekne aniden durdu. Az önce içinde oturduğumuz motorlu tekneden inip, sadece kürekle çekilen incecik bir kanoya geçtik.(Ama bu sefer sulara batıp çıkmadan:) 
Denizden de Iwahig Nehri'ne geçecekmişiz. Nehir dar olduğundan ancak bu kanolarla gidebiliyormuşuz. 
Nehrin iki tarafı yoğun mangrov ormanlarıyla çevrili ve ateş böcekleri bu ağaçların üstünde yaşıyormuş.
Karanlıkta hiçbir şey görünmüyor. Bir sis perdesinin içinde ilerliyoruz.  
Bir süre sonra rehber ellerini çırpmaya başladı. Biz de ona eşlik ettik.
Ve o an… ağaçlar parlamaya, sanki binlerce küçük yıldız, bir anda yanıp sönmeye başladı.
Ateş böcekleri, mangrov dallarında titreşerek ışık saçıyordu.
Karanlığın içinde, bir anda canlanan bu ışıltılar büyüleyiciydi.
Bir kısım ateş böcekleri üstümüzde uçmaya başladı. Ateş böcekleri o kadar çoktu ki, gözüm nereye baksa bir ışık hareketi yakalıyordu.
Hayatımda hiç bu kadar mutluluk ve heyecanı bir arada hissettiğimi hatırlamıyorum.
Ateş böceklerine gideceğimi biliyordum ama bu kadar etkileyici bir sahneyle karşılaşacağımı hayal bile etmemiştim. O an başka hiçbir şey düşünemedim.
Sadece doğanın sessiz ama etkileyici bir gösterisini izledim.
Turun sonunda sessizlik hâlâ devam ediyordu.
Kimse o büyülü atmosferi bozmak istemedi sanırım.
Fotoğraf çekemedim. Ama gerek de yoktu. Bazı anları sadece yaşamak gerekir.

Nutkum tutulmuş bir biçimde kanolarla nehirden ayrıldık. Nehrin ağzında bütün ışıltısıyla biraz önce indiğimiz tekne bizi bekliyordu.

Kanoya ip merdiven uzattılar, yine ıslanmadan tekneye geçtik. Ama ne görelim Bingo! Uzunca bir masa kurularak bizim için hazır edilmişti. Menüde çeşit çeşit deniz ürünleri vardı. 
O geceyi de yaşadıklarımdan sonra mutlu bir şekilde kapattım.

Ertesi gün Palawan Adasının en kuzeyine El Nido'ya gitmek üzere yola çıktık. Yol yaklaşık 6 saat sürdü. 
Çünkü yollar dar ve virajlıydı. Üstüne bir de mola verince ancak akşam üstü El Nido'ya ulaştık.

El Nido, Filipinler’in en çok ziyaret edilen, en bilinen tatil noktalarından biri. Doğal güzelliği kadar, turistik yoğunluğu da hissediliyor.
Otele gelir gelmez valizimi resepsiyona bırakıp doğru çarşıya indim. Hava kararırsa açık dükkân bulamam diye de telaş yaptım. Ertesi gün tam gün denizde olacağımız için cep telefonu ve pasaportu koruyacak su geçirmez bir çanta almak istiyordum. Bulunca rahatladım. Artık çevreyi daha sakin gözlerle izleyebilirdim.
Rengârenk neon tabelalar, arka arkaya sıralanmış barlar, bazı barların önünde dikilen bodyguard'lar...
Masaj salonları, salonların kapısının önünde bol makyajlı kadınlar...
Hadi kızım dedim fotoğraf çekmeyi bırak gördüğünle yetin. 

Turistik bölge diye otellerin sulieti bile El Nido'da değişmiş. Çarşının dar sokaklarından uzaklaşıp otelin oradaki sahile indim.
 
Turdan dönen tekneleri seyrettim. Burada dizlerine kadar değil bellerine kadar insanların suya battıklarını görünce su geçirmez çantayı almakla ne kadar doğru karar verdiğimi düşündüm. 

Sahilde oynayan çocukları da seyrettikten sonra karnım acıkmıştı otele döndüm.

Aman Tanrım! Ne kadar mutlu oldum anlatamam. Menüde kebap vardı. Tabii ki bu kebap Antakya kebabına benzemeyecekti ama olsun. Gözlerimden beynime kebap görüntüsünü yerleştirdim. Yani beynimi "mış" gibi kandırdım:)

Ertesi sabah, kahvaltının ardından teknedeydik. Tüm günü denizde geçirecektik. Gözlük ve şnorkelleri de çantalara attık. Mercanların olduğu bir bölgede şnorkelle yüzme planımız vardı. 
Denize atladım. Başımı suya daldırdım ve etrafıma bakındım… ama dürüst olmak gerekirse, beklediğim gibi değildi.
Renkli balıklar, dans eden mercanlar… o kartpostallardaki manzaraları bulamadım. Su berraktı evet, ama balıklar nereye saklanmıştı bilmiyorum. Arada bir iki minik turuncu balık, biraz yosun, bir iki mercan parçası... O kadar. Belki de yanlış yerdeydik. Belki de mercanların yoğun olduğu bölgeyi kaçırdık. 
Ya da bazı şeyler hayal ettiğimiz kadar büyülü olmayabiliyor. 
Yine de kötü müydü? Hayır. Teknede deniz tuzunun kuruttuğu saçlarla oturup dalgaları izlemek de ayrı bir keyifti.

Haritaya bir göz attım; tekne Bacuit Takımadaları'na doğru ilerliyordu, biraz sonra önümüzde heybetli bir ada belirdi: Miniloc Adası'ymış. Sivri uçlu tepeleriyle, çevresini saran kireçtaşı kayalıklarıyla adeta bir doğa kalesi gibi yükseliyordu.
Teknedeki rehber "Birazdan Big Lagoon'u göreceğiz" dedi. Lagün, Miniloc Adası’nın bir parçası aslında. Sanki bu dev kireçtaşı kütlesinin içi oyulmuş da, doğa oradan nefes alıyor gibiydi...
Az sonra motorların sesi kesildi. Tekne yerinde sabitlendi. Motorlu teknelerle lagüne girmek yasakmış. Ekosistemi korumak adına alınmış bir karar. İyi ki öyle... Çünkü içeride bekleyen o büyü, sadece sessizlikle var olabiliyor.
Herkes sessizce küçük kanolara dağıldı ve Big Lagoon’un kalbine doğru süzülmeye başladık.






Big Lagoon, adını hak edecek kadar büyük bir lagün. Ama onu özel yapan sadece boyutu değil, etrafını saran kireçtaşı kayalıklarla, sanki dev bir doğa katedrali gibi yükseliyor olması...
Turkuazdan zümrüte dönen suyu öylesine berrak ki...
Giriş kısmı dar, ama içeri girdikçe alan açılıyor ve lagünün kalbine ulaşıyorsun. 
Suyun üzerinde sessizce süzülürken, etrafındaki kayalıklar gökyüzünü kesiyor. Kayaların yansımaları suya düşüyor. 
Big Lagoon dönüşü dinleniyorum. Sonradan fark ettiğim miço da benim gibi düşünmüş galiba, o da dinleniyor:)

Öğle yemeğini alacağımız Shimizu Adası'na yaklaşıyoruz. Biraz sonra sahile el çabukluğu ile bu çalışkan insanlar öyle bir masa kuruyorlar ki... Yemekler, kaplar içinde içecekler, buzlukta suya gire çıka sahile taşınıyor. 

Deniz acıktırıyor.














Sırada Sekret Lagoon var. Adı üstünde “gizli” çünkü ilk bakışta bir lagün göremiyorsunuz.
Sadece büyük, sert ve yüksek kireçtaşı kayalıklarla çevrili bir kaya duvarı görülüyor. Ama yaklaştıkça bir detay dikkat çekiyor: kayanın tam ortasında, neredeyse insan boyunda, yuvarlak bir delik. Sonra o kaya duvarındaki açıklıktan eğilerek içeri geçiyorsun. Ve bir anda... İçeride seni küçük, saklı bir gölet karşılıyor. 
Secret Lagoon, dış dünyadan tamamen izole bir doğal havuz gibi. Etrafını çepeçevre kayalar sarıyor.
Su durgun, rüzgar girmiyor, ses yok.
Küçük bir grupsanız kendinizi gerçekten "gizli" bir yerdeymiş gibi hissediyorsun. 

Secret Lagoon’un serin ve kapalı atmosferinden çıktıktan sonra, sıradaki durak Seven Commando Beach oldu.
Tekne daha kıyıya yaklaşmadan, uzaktan bile o bembeyaz kumu ve dev hindistan cevizi ağaçlarını görmek mümkün.
Burası bir "dur, nefes al" noktası gibi. Ne bir kaya tırmanışı, ne de dar geçitler… Sadece geniş bir plaj, bol gölge ve masmavi bir deniz.

Kum çok yumuşak. Neredeyse un gibi. Ayakkabıları çıkarıp yürümek yetiyor.
Ağaçların altına birkaç şezlong yerleştirilmiş. Ama çoğu kişi gölgeye uzanıp sadece gökyüzüne bakıyor.
Plajın en güzel yanlarından biri, hindistan cevizi satıcıları.
Küçük kulübelerde taze hindistan cevizlerini açıp pipetle servis ediyorlar.
O an elimde soğuk bir hindistan cevizi, önümde sonsuz gibi görünen Palawan denizi vardı.














Ertesi sabah erken saatlerde valizlerimizi toparlayıp El Nido Havalimanı’na doğru yola çıkıyoruz.
Küçük ama sevimli bir havalimanı burası. 
Uçağımız, Bohol Adası’nın başkenti Tagbilaran’a gidiyor.
Filipinler gibi binlerce adadan oluşan bir ülkede şehirden şehre geçmek, aslında adadan adaya zıplamak gibi.
Yaklaşık 1 saatlik bir uçuş olacak ama yine de farklı bir dünyaya adım atacağız.

Bohol Adasına indik. Tagbilaran şehrindeyiz. Burası da öyle başkent havasında değil. Ana caddelerinde üç tekerlekli motosikletlerin (tricycle) dolaştığı köşe başlarında meyve ve sebze satan tezgâhların olduğu Daha çok yerel yaşamın hâkim olduğu küçük bir şehir. 
Evler genellikle tek katlı ve oldukça sade... Birçoğu ahşap ya da hafif malzemeden yapılmış, çatılar ise sac veya palmiye yapraklarıyla örtülmüş. Hemen her evin çevresi yemyeşil. Özellikle muz ağaçları neredeyse her bahçede var. Sanki insanlar evlerini doğanın içine bırakmış gibi.

Sonra Bohol'de dünyanın en küçük primatlarını ziyarete geliyoruz.

SÜRPRİZZZZZ... Bu fotoğraf bana ait değil. Ben bu kadar güzelini çekemezdim. Kim mi bu sevimli şey? Bohol Adası’nın en ikonik ve sevimli canlısı TARSİER...

İşte benim çektiğim fotoğraf:) Flash kullanılmıyor.
Koruma ormanına girerek yaprak altlarında bu tarsierleri aradık. Biz gittiğimizde uyku saatleriydi. Gece hareketleniyorlarmış. 
Bu sevimli yaratıklar topu topu 10–15 cm boyundalar. Yani bu dünyada bir avuca sığacak kadar yer kaplıyorlar.
Vücutlarına göre çok büyük gözleri var. Ama çevrelerini görmek için göz kürelerini hareket ettiremiyor, onlar da başlarını 180 dereceye kadar çevirip etrafı öyle seyrediyorlarmış.. 
Bu canlar, flaşlı fotoğraftan, yüksek sesten ve kalabalıktan çok etkileniyorlarmış. Strese girip, saklanıyorlar, hatta bazen bu yüzden ölebiliyorlarmış. O sebeple sessizce izledik onları. Hiçbir şeye karışmadan, yalnızca varlıklarını kabul ederek.
Kendi hallerinde, zararsız, minicik kalpleriyle yaşıyorlar işte.

Bohol’ün kalbine doğru ilerledikçe doğa usul usul değişmeye başladı. Yol kenarındaki yoğun palmiye ormanları yavaşça seyreldi; yerlerini daha alçak çalılıklar ve kıvrımlı yollar aldı. Ufuk çizgisi artık dümdüz değildi; yer yer kıvrılıyor, uzaklarda belirsiz yükseltiler göze çarpıyordu. 
Sonra birden, sanki dev bir çocuğun oyun hamuruyla yaptığı tepecikler gibi yüzlerce konik şekilli dağcık belirdi.

Ufuk çizgisinin dalgalanmasını en iyi güneş batarken izledik. Ve çektiğim bu fotoğrafta en ufak bir renk oynaması yok.












Nereden mi bahsediyorum? Bu fotoğraflarda pek belli olmasa da Chocolate Hills'den yani çikolata tepelerinden... 
Yaklaşık 1.200 tane, bazı kaynaklara göre daha da fazla. Hepsi neredeyse aynı boyda, aynı şekilde, yumuşakça yuvarlatılmış gibi...

Kuru mevsimde; otlar kuruyunca toprak kahverengiye dönüyor ve bu garip oluşumlar o zaman çikolataya daha çok benzetildiği için bu ismi almışlar. Ama biz bu halini göremedik.
Neden böyle şekillenmişler? Kimse tam olarak bilmiyor. Kireçtaşının erozyona uğraması diyen de var, okyanus tabanı yükselmişti diyen de...
Bir efsaneye göre ise bu tepeler, kavga eden devlerin birbirine fırlattığı taşların ve toprağın kalıntısıymış.
Ne olursa olsun, burada durup etrafına baktığında bir an dünyayı unutuyorsun. Ne telefon çekiyor doğru düzgün, ne kalabalık uğultusu var.
Sadece doğa var, garipliğiyle zaman zaman seni hayran bırakan doğa...
Ve biraz da çikolata hayali.

Akşam Bohol Beach Club'e gidiyoruz, burada kalacağız. Kısaca burayı anlatayım; Güzel yemek, geniş beyaz kumsal, berrak deniz. Bol dinlenmece, bol sohbet...

Tatil köyünde iyice dinlendikten sonra başka bir adaya gitmek üzere sabahın köründe yola çıkmamız gerekiyordu. Büyük bir alana yayılmış tesisin resepsiyonuna doğru giderken meğerse bitişik tatil köyüne geçmişim. Bir türlü çıkışı bulamadım. 
Bir an düşündüm de; canım yanımda olsaydı, yok o yoldan yok bu yoldan gidelim diye kavga bile etsek en azından elini tutardım.
Neyse, sonra ağaçların arasında bir görevliye rastladım da yolu buldum.

Tekrar Tagbilaran şehrine geldik. Oradan limana geçtik. Feribotla Cebu Adası'na gideceğiz.
Liman dediğim yer berbat, dökülüyor. Biz bir kenarda beklerken, limanda çalışan emekçi insanlar ağır valizleri önce bir kayığa, sonra da daha ilerde bekleyen feribota canhıraş taşıyorlar. 
Hava kötü; rüzgarlı, deniz dalgalı sevimsiz bir gün. Zaten sabahın köründe de kaybolmuşum. 
Bir bakıyorum köşede bekleşen inanılmaz zayıf sağlıksız kedi ve köpeklere gözüm ilişiyor. Otelden ayrılırken verdikleri yol azığını onlara veriyorum. Kaç tanesine yetiyor ki? Çok açlar, canım sıkılıyor.
Sonra bana hiç yabancı olmayan baş ağrım ziyaretime geliyor. Hay Allah! Hatırladım, sabah aceleden kahve içememiştim. 
Neyse, sonra Feribota biniyoruz. Ama o da ne? Yola bir türlü çıkamıyoruz. Feribotta motor arızası varmış. İki saate yakın arızanın giderilmesini bekleyerek zaman geçiyor.
Bu ara bindiğimiz şeye Feribot diyorum ama, öyle lüks bir şey değil, Oturacak düzgün bir koltuk bile yok, sadece kenarlara ilişiyoruz o kadar.

Feribotla yaklaşık 2 saatte Cebu Adası'na geliyoruz. Daha sonra minibüslerle Adanın güneyine Oslob'a geçiyoruz. 
Bana rahat yok! Çünkü tekrar bir tekne seyahati var ve yeni bir adada yemek yenecek. Walla adanın adını bile hatırlamıyorum. Not almamışım. Allah'tan yukarıdaki fotoğrafları çekebilmişim. 
Sabah başlayan terslikler hala üzerimde. Zihnim bana oyun oynuyor. Zihnimi devreden çıkarıp bilincimi çağırmalıyım. Böylece sadece anı yaşar oluşan aksiliklere dışarıdan bakabilirim.

Sonra tabii ki adını hatırlamadığım adadan tekrar tekneye binerek Oslob'a geliyoruz. 
Oslob,  Cebu Adası’nın güneydoğusunda yer alan küçük ama dünya çapında tanınan bir sahil kasabası... Özellikle "balina köpek balıklarıyla" yüzme deneyimiyle ünlü...
Bu ara, ben de merak ediyorum bu balina köpek balıklarını.. Hem balığa verilen bu isme aklım yatmıyor hem de balina köpek balığı ile nasıl yüzülecek onu hayal etmeye çalışıyorum. 

Şimdi, ismi ürkünç ama kendi uslu balığımızı biraz tanıtayım.
Türü, köpek balığı, yani balık sınıfına ait, balina gibi memeli değil. Boyu balina kadar büyük yaklaşık 10-12 metre... Tıpkı balinalar gibi filtreyle besleniyor yani plankton ve çok küçük balıklarla. Ama vücudu, solungaçları ve iskelet yapısıyla tamamen köpek balığı...
Ay bilmece gibi oldu:) 
Sonuca gelirsek; Şnorkelimi taktım, suya indim. İlk başta sadece mavi bir boşluk vardı. Sonra ağır ağır yaklaşan bir gölge...
Ve birden... karşımda dünyanın en büyük balıklarından biri; Balinaköpekbalığı...
Ama bu devin varlığı ürkütücü değil, tam tersine huzur vericiydi. Süzülerek geçti yanımdan... Bana dokunmadı, benden kaçmadı. Sadece varlığını sessizce paylaştı.

Canım dev balıklarıma da bay bay dedikten sonra, Oslob'dan karayoluyla Cebu City'e geçiyoruz. Sahil kasabasının sessizliğinden ayrılıp büyük şehrin karmaşasına geçiyoruz demek bu... 
Yol, yaklaşık 4-5 saat sürüyor.

Yol boyunca camdan dışarı bakıyorum. Kimi yerde tepeler, kimi yerde hindistan cevizi ağaçları geçiyor gözümün önünden. Arada renkli jeepney'ler, yol kenarında meyve satan teyzeler, motorsiklet üstünde aileler, okula giden çocuklar.

Sonra birden... Binalar yükselmeye başlıyor. Trafik artıyor, korna sesleri, bilboard ışıkları, insan kalabalığı...
Cebu City'e geldik.
Burada bizi başka bir dünya bekliyor: Tarihle modern hayatın iç içe geçtiği, kalabalık ama merak uyandıran bir şehir burası.

Ertesi gün Cebu City'i gezmeye hazırdık. Bir gün önceki yorgunluk geçmiş, balina köpek balığımız dünde kalmış şimdi bambaşka bir dünyadayız sanki. 
Cebu City, Cebu Adası'nın doğusunda sahil boyunca uzanan büyük bir şehir. Filipinlerin en eski şehri burası... Aynı zamanda ilk başkenti ve ilk İspanyol yerleşim merkezi. Ne çok ilkleri var bu şehrin. 

İlk olarak şehrin tarihi bölgesine gidiyoruz. Cebu City'nin merkezinde, kalabalığın ortasında küçük, sekizgen taş bir şapel var. Dışarıdan bakınca çok sade, ama içindeki haç, tarihin tam kalbinde bir iz.
Magellan Haçı (Magellan’s Cross), Filipinler tarihinde çok özel ve sembolik bir yere sahip. Hem dinî hem kültürel açıdan, ülkenin “başlangıç noktalarından biri” olarak kabul ediliyor. 
1521 yılında, Portekizli kâşif Ferdinand Magellan, Cebu’ya ayak bastığında yanında sadece askerleri değil, misyonerleri de getirmiş. Hristiyanlığı yaymak için çıktığı bu yolculukta, Cebu halkını vaftiz ettikten sonra işte bu tahta haçı buraya dikmiş.
Bugün o haç hâlâ orada, Cebu'nun tam merkezinde, Plaza Sugbo’da.
Ama yıllar boyunca halk, bu haça şifa ve mucize gücü atfettiği için tahta parçalarını kesip yanlarında taşımaya başlamış.
Bu yüzden 1800'lerde yetkililer haçı korumak için üstüne kalın bir ahşap kaplama geçirmiş.
Yani bugün gördüğümüz haç aslında orijinalin koruyucu bir kabuğu ama orijinali hâlâ onun içinde duruyor deniyor.

Cebu City’nin tarihi merkezinde yürürken, adımların seni fark etmeden bir meydana götürüyor. Basilica Minore del Santo Nino
, Filipinler’in en kutsal ve en eski kiliselerinden biri... 
Bu sadece bir yapı değil. Taş duvarlarının ardında yüzyıllardır süren bir inanç, bir sadakat belki de bir mucize var.
Kilisede sergilenen küçük bir heykel var: Santo Nino... yani Kutsal Çocuk İsa.
Bu heykel 1565 yılında çıkan büyük bir yangından hiç zarar görmeden kurtulmuş. Alevler her yeri sarmış ama o küçük figür olduğu yerde sapasağlam duruyormuş . İşte o günden sonra Filipinliler için sıradan bir heykel değil artık bir mucize olarak kabul edilmiş.
Bugün hâlâ, bu bazilika Katolik Filipinliler için önemli bir hac merkezi. Uzak köylerden, başka adalardan, hatta yurt dışından bile gelen insanlar var. Kimi teşekkür için, kimi dua etmek için, kimi sadece orada olmak için geliyor.

Bazilikanın avlusunda küçük mum tezgâhları, dua eden insanlar, diz çöken yaşlılar…
Her biri kendi sessizliğinde bir şey anlatıyor.

Cebu City’nin tarihi limanına doğru yürüdüğümüzde, karşıma ansızın bu taş duvarlar çıkıyor.
Fort San Pedro... Filipinler’deki en eski İspanyol kalesi.
Ama sadece taş değil, direnişin ve kolonyal geçmişin de suskun bir tanığı.
Amerikan döneminde okul olmuş.
Japon işgali sırasında hapishane.
Daha sonra hayvanat bahçesi bile yapılmış!
Şimdiyse müze ve sessiz bir park.


Ford San Pedro içindeki müzeyi geziyoruz. Gezdiğin her vitrin, Filipinler’in kolonyal geçmişinden bir sahne sunuyor. Müze gösterişli değil. İçinde multimedyalar, dev panolar, interaktif ekranlar yok.
Fort San Pedro’nun içindeki bu müze, tarihle sessizce göz göze geldiğin bir oda gibi.
Müze de yer alan yukarıdaki iki resim Ferdinand Magellan’ın Filipinler’de öldürülüşünü gösteren çalışmalar.

O günlere dönersek; 
1521 yılı... Ferdinand Magellan, Pasifik’i aşarak Filipinler kıyılarına varmış, Cebu’da halkı vaftiz etmişti.
Ama onun gözünde bu sadece bir başlangıçtı.
Daha fazla ada, daha çok halk, daha büyük zaferler istiyordu. Cebu’nun hemen karşısındaki küçük bir ada vardı: Mactan Adası
Oranın reisi, efsanevi bir yerli savaşçıydı: Lapu-Lapu.
Magellan, Hristiyanlığı ve İspanyol Krallığı’nı tanımayan bu reise karşı güç gösterisi yapmak istedi ve aynı yıl silahlı birlikleriyle birlikte Mactan sahiline çıkarma yaptı. Gemiciler teknelerini kıyıya yeterince yanaştıramadı. (bizim bindiğimiz tekneler gibi) Ve Magellan ve adamları zırhlıydı ama çıplak ayakla, su içinde yürümek zorunda kaldılar. 
Lapu-Lapu’nun adamları ise kendi adalarında, çıplak ayaklı, çevik ve kararlıydı. Sapanlarla, mızraklarla, tahta kalkanlarla savaştılar. Magellan’ın bacağından yaralandığı, yere düştüğü, sonra da oracıkta öldürüldüğü söyleniyor.
Ne cesedi geri alınabilmiş, ne de bir mezarı olmuş.
Ne garip… Bir denizci, okyanusların ötesinden yola çıkıyor. Amacı baharat, belki biraz şan, biraz toprak. Ama o farkında olmadan bir halkın tarihine dokunuyor.


Cebu City'de son olarak Carbon Market'e gidiyoruz. Tabii! Carbon Market’in canlılığını kelimelere dökmek aslında Cebu’nun ruhunu anlatmak gibi... Yerel halkın alışveriş yaptığı geleneksel bir pazar yeri burası. Çok otantik ama biraz kaotik.

Dediğim gibi Filipinler'deki son günümüz. Veda etme zamanı geldi. Havaalanında THY Cebu-İstanbul uçağımız bizi bekliyor. Önümüzde tam 16 saatlik uzun bir uçuş var. 
Her veda biraz hüzündür. Filipinlerin canlı sokaklarını, okyanusun tuzlu kokusunu, tropik rüzgârını ve en çok da o güler yüzlü, sıcacık insan simalarını unutmak kolay olmayacak. 
Şimdi, evime ve sevdiklerime dönüyor olmak, bu hüznü bir nebze de olsa hafifletiyor. Bavulumda sadece eşyalar yok yanımda hatıraları, görüntüleri ve hisleri de götürüyorum.