A.B.D

Baştan söylemeliyim, yazmakta en zorlandığım gezi New York oldu. Çünkü, o kadar bilindik bir yer ki, burada farkındalık oluşturmak benim için gerçekten zordu.
Üstelik, New York'a gelenler bu şehri bir o kadar da güzel yazmışlar; daha önce buraya hiç gelmemiş olsanız bile yazılanların rehberliğinde yabancılık çekmeden bu kenti gezer, alışverişinizi yapar, istediğiniz tarzdaki bir restoranda yemeğinizi yiyebilirsiniz.
Benim rehberliğimde ise bir şehri gezemezsiniz. Çünkü ben ayrıntıdan çok yaşadıklarımı yazmayı seviyor, şehir hikayelerine bayılıyorum, hikayelerin üstüne bir de efsaneler eklenirse onları yazmak için sabırsızlanıyorum.
Ama burası New York; realitenin ve kapitalizmin merkezi... yani tarzımın çok dışında:) Bu ufak hatırlatmayı yaptıktan sonra kendimce bu şehri anlatmaya başlayabilirim.

New York'a uçakla inişte benim gibi Özgürlük Heykeli'ni göreceğinizi sanıyorsanız yanılırsınız. THY'ları ile uçuyorsanız konacağınız havaalanı JFK...
JFKHavaalanı da Queens'te...
İşte, Özgürlük Heykeli ve gökdelenlerin yerine inişte uçaktan göreceğiniz manzara yukarıdaki gibi...

Queens dedim ama kısa bir açıklama yapmalıyım. New York City 5 bölümden oluşmakta... Queens de New York City'nin bir bölümü. Diğerleri; Staten Island, Brooklyn, Bronx ve Manhattan...
New York City'de 3 havaalanı var. Birincisi, haritada işaretlediğim gibi JFK... Burası bizim indiğimiz havaalanı.
Uçağın iniş ve kalkışında; Özgürlük Heykelini ve Manhattan'ın muhteşem silüetini görmek isterseniz haritadaki 2 numaralı New Jersey'deki havaalanını kullanmanız gerekiyor ki buraya da genelde Güney Amerika'dan gelen uçaklar iniyor.

Neyse uzatmayayım, biz Jhon F. Kennedy Havaalanı'na indik. Mayıs başı olmasına rağmen inanılmaz bir soğuk vardı. (Birkaç gün içinde 30 derecelere çıkan sıcaklığa da şahit olduk.) Buradan Manhattan'a geçeceğiz. Bunun için ya taksiyi seçecektik ya da New York metrosu Subway'i...
Alışverişi buradan yapacağız ya, valizler de boş olunca "hadi metroya binelim" dedik. Kolayımıza da geldi. "Air Train" yazan okları takip edip havaalanının içinde dolaşan trene binmek zor olmadı.
Binerken bir ücret ödemedik. Havaalanı treninin son durağı olan Jamaica Station'da inip metroya binmek üzere çıkışa geldiğimizde ise 5 dolar tutan tren ücretini aldığımız metrocard ile ödeyip metro kısmına geçtik.
Yukarıdaki fotoğraf ise havaalanı çıkışından Jamaica Station'a kadar olan yoldaki dar gelirli semtler.











New York denince aklıma hep metro durakları ve metro yolculukları gelecek.
Gökyüzüne doğru büyüyen bir şehirde yer altından etkilenmek bana özgü bir şey olsa gerek.
Kirli, paslı, fareli New York metrosundan, her seferinde değişik bir caddeye çıkışımızdır belki de  beni etkileyen, bilmiyorum.
Gerçekten de kentin altı, oyum oyum oyulmuş. Neredeyse bastığınız her yerin altından metro ağı geçiyor.
İşte bu yüzden New York da olduğumuz sürece metroyu yani "Subway"i çok kullandık.
Havaalanından gelirken Jamaica Station'da indiğimizi söylemiştim işte oradan kişi başına 32 dolar vererek haftalık metrocard aldık.
Bir hafta boyunca sınırsız indi bindi sağlayan bu kart New York'un olmazsa olmazlarından. Bize inanılmaz kolaylık sağladı. Aynı zamanda bu kartın otobüslerde de geçtiğini söylemeliyim.


Biz bu seyahate büyük kızımızla çıktık. New York'un neredeyse tüm cadde ve sokaklarını ezbere bilen ve bize çok iyi rehberlik yapan kızım Ceren'le...
İkiz kızlarım ise aynı tarihlerde Allah'tan arkadaşlarıyla Çekya'daydılar da onların "bizi almadınız" sitemlerine maruz kalmadık.

New York City'nin beş ayrı bölgeden oluştuğunu söylemiştim. Biz Manhattan'da kaldık. Çünkü New York City'de en fazla gezilecek yerler Manhattan'da...
Biz NYC'de kaldığımız 9 gün boyunca neredeyse Manhattan'dan ayrılmadık ve daha gezmediğimiz bir sürü yer kaldı.
Otel olarak Internatiol Trump Hotel'i seçtik. Turla gitmediğimiz gezilerde genelde ikonik yerlerde kalmayı tercih ediyoruz. Bizi bu otele çeken de Central Park'ın manzarası oldu.
Trump Hotel'in ilk 17 katı otel olarak hizmet veriyor. Daha üst katları ise daire olarak kullanılıyor.






Üç kişi olunca bir süit kiraladık. Her ne kadar mutfağında yemekler yapmasam da bazı akşamlar yemekleri odamızda yedik.
ABD hazır yemek cenneti. Sadece mikrodalga fırınınızın olması yeterli. Gerisi sihir gibi çözülüyor.

Otele eşyaları attıktan sonra ilk olarak Manhattanın kalbi olan "Time Square"e çıktık. Aslında bu dokuz günlük süre içinde hiç uyumayan bu meydana o kadar çok yolumuz düştü ki...














Yıllardır yaptığım tüm seyahatlerde çok yorgun düşerim. Buna rağmen kapıp koymam kendimi. Gözlerim, kulaklarım neredeyse beş duyumla pür dikkat kesilirim çevremde olup bitenlere... Kısıtlı bir zamanda ne kadar çok yer görürsem, gittiğim yerle ilgili ne kadar çok şey öğrenirsem o kadar iyi hissederim kendimi.
Ancak bu sefer farklı; gevşek bir ruh hali içindeyim. Belki de yıllardır seyrettiğim Amerikan filmleri sayesinde bu kadar telaşsızım. Nasılsa bana yabancı değil bu sokaklar...
Tam da bu ruh hali içindeyken; Time Square de dolaşıyoruz, "Hop-of  Hop-on" turist otobüsü için bilet satan Nijeryalı bir kıza denk geldik. Daha doğrusu o bizi buldu.
Nasıl bulmasın ki? Kimin başı havada biraz da aval aval yüksek binalara bakıyor onun turist olmaktan başka şansı var mı bu şehirde?
Bir New Yorkluyla göz göze gelmek bile zor. Hepsi hedefine odaklanmış hızlı hızlı yürüyüp geçip gider yanınızdan.
Neyse, biz sonunda Nijeryalı satıcıdan tam 48 saat'lik bir tur satın aldık.
Tam ruhumuza uygun bir gezi bu, banko👍
Turun iki günlük bedeli ise kişi başı 59$

"Hop-of  Hop-on" şehir turu yapan bu üstü açık iki katlı otobüsler inanılmaz keyifliymiş.
Otobüslerin yolcu alıp indirdiği belli duraklar var. İstediğiniz durakta inip o bölgeyi gezebiliyorsunuz. Sonra yine ring halindeki aynı şirketin başka bir otobüse binip kaldığınız yerden tura devam.
Bir taraftan şehri gezerken diğer taraftan koltuğun yan tarafına taktığınız kulaklıklardan, geçtiğiniz yerle ilgili bilgi alıyorsunuz.
Tam bir tembel işi. Ama dedim ya çok keyifli. Tabii hava güzelse...








Hop-of  Hop-on turuna güzel bir feribot gezisi de eklenmiş. Feribot, Battery Park'ından kalkıyor. Yaklaşık 40 dakika'lık bu tur oldukça keyifli; New York Limanı'ndaki göçmen müzesinin olduğu Ellis Adası'nın yanından geçip, "Özgürlük Heykeli"nin üstünde bulunduğu Liberty Adası'nın çevresinde tur atıp, Manhattan manzarası izleyerek Özgürlük Anıtı'na epey bir yaklaşıyorsunuz.
Sonra istediğiniz kadar fotoğraf çekin.
Adaya inip özgürlük heykelinin içini gezmek; heykelin taç kısmına kadar çıkmak isterseniz ek ücret ödemeniz, çok önceden rezervasyon yaptırmanız ve uzun kuyruklara girmeniz gerekiyor.
Dedim ya, biz bu gezide rehavet içinde olduğumuzdan Özgürlük Anıtı'nı karşıdan seyretmekle yetindik.

Yandaki haritada olduğu gibi Manhattan, kendi içinde sokak numaralarına göre başlıca üç bölüme ayrılmış; kuzeyden güneye doğru; Uptown, Midtown ve Downtown... 
Bu üç bölüm de kendi aralarında başlıca semtlere ayrılmış.
Manhattan da yüksek binaların arasında dolaşırken bazen kaybolma hissini yaşasanız da sokak ve cadde numaralarından bunun mümkün olmadığını göreceksiniz.
Sokak ve caddeler tıpkı ızgarayı andırır tarzda bölünmüş. Kuzeyden güneye doğru uzanan ve Manhattan'ın doğusundan batısına doğru sıralanarak 1st Ave, 2nd Ave, 3rd Ave, Lexington Ave, Park Ave, Madison Ave, 5th Ave diye devam ederek 12th Ave'ye kadar gidiyor.
Yukarıda saydığımız caddeleri kesen birbirine paralel 220 tane de sokak (street) bulunmakta. Sokak numaraları da Ada'nın güneyinden kuzeyine doğru artarak devam ediyor.
Tüm bu ızgara düzenini bozan, çaprazlama olarak inen tek bir bulvar var. O da; Brodway...
UPTOWN
59. caddenin üst kısmında yani kuzeyinde kalan Central Park ve Harlem'i de içine alan oldukça büyük bir alan.
Central Park, Uptown'u Upper East Side ve Upper west side olarak ikiye bölmüş. Park'ın bitiminden sonraki kuzey kısım ise kabaca Harlem olarak geçiyor..

HARLEM
Burası Manhattan'ın yukarı bölgesi... Central Park'ın kuzeyi. Yaklaşık 106. street ve civarı. Harlem yavaş yavaş buradan başlıyor.

W 119 street.
W123. street
W125.st
Malcolm X Bulvarı
Biz Harlem'i Hop-of Hop-on gezi otobüsüyle gezdik. Çoğunlukla Afrika kökenli ABD'lilerin yaşadığı Harlem'i çok daha kötü bir yer olarak düşünmüştüm, ilk izlenimim öyle olmadı.
Gerçi son yıllarda yoksulluk ve suç oranı bu bölgede azalmaya başlamış. Bunda; buranın emlak potansiyeline göz diken müteahhitlerin rolü olduğu söyleniyor.
Binaların çoğu renove edilmiş, Manhattan merkeze yakınlığından dolayı diğer bölgelere göre daha ucuz olan evlere de "beyazlar" yerleşmeye başlamış. Afro-amerikanlar da yavaş yavaş Bronx'a doğru kayıyorlarmış.

UPPER WEST SİDE
Manhattan'ın en güzel yerleşim yerlerinden biri. Yukarı Batı Yakası...
Bizim kaldığımız Trump Otel'in önündeki "Columbus Circle"dan başlayıp yukarıda Columbia University'e kadar uzanıyor.
Upper West Side'ın doğu tarafı Central Park'a, batı kenarı ise Hudson Irmağı'na bakıyor.
New York'un en eski müzelerinden biri olan "Natural History Museum" da bu bölgede...
Ama ne yazık ki biz bu gezimizde müze ve uzun kuyrukları olan hiçbir medyatik binayı gezmedik.








Ne yaptık o zaman? Bu bölgedeki sokak ve caddelerde uzun yürüyüşler yaptık. Burada inanılmaz güzel evler var.
Evlerin arasındaki parklarda oturduk. Yollarda koşuşturan insanları seyrettik.
Okuyup öğrendiğim kadarıyla bu bölge daha çok üst gelir sahibi eski, yerleşik ve entellektüel ailelerin oturduğu yer diye tarif edilmiş.

O gün 83. sokaktaki Lalo Cafe'ye girdik.
Mag Ryan ve Tom Hanks'in birlikte oynadığı "You've Got Mail"in buluşma sahnesinin çekildiği cafe burası...

Seviyorum film izleyip kitap okumayı ve tabii ki seyahat etmeyi... Bana verilmiş, yaşamam gereken sadece bir hayatım var. Ancak ne kadar çok film izler ve kitap okursam o kadar çok hayatım oluyor. Belki kısa süreliğine sahipleniyorum onları ama olsun. Böylece yüzlerce belki de binlercesini yaşıyorum. Sonra o hayatlardan birinin ucundan tutuyorum. Bu bazen bu bir cafe ya da bir sokak olabiliyor.
Gittiğim her farklı yerin ayrı bir frekansı ve tadı var. Gezdiğim yerleri güzel, çirkin diye kategorize etmiyorum. Geçen gün Afganlı bir yazarın konusu Kabil'de geçen romanını okuyordum.
"Tanrım! tutmayın beni:)) o kadar yani...

UPPER EAST SİDE
Manhattan'ın bu bölgesini tanımlayan en belirgin özellik "zenginlik" olarak geçiyor.
Şehrin en güzel müzeleri ve en ünlü bulvarları; 5.cadde, Madison ve Park avene yine bu bölgede yani "Yukarı Doğu Yakası"nda bulunuyor.
Bölge; Central Park'ın doğu kenarından başlıyor,

Park boyunca East Nehri'ne kadar uzanıyor.

Upper East Side'daki müzelerin çoğu 82nd ve 104th street arasında kalan "Museum Mile" adı verilen bölgede yer alıyor.
Bunların arasında en ünlü ve en bilindik olanı;"Metropolitan Museum of Art" ya da kısaca "MET" diye geçen Amerika Sanat Müzesi... İçinde iki milyondan fazla eser bulunuyormuş.
Ayrıca modanın Oscar'ı olan "MET GALA"da -televizyonda görürüz ünlüler ilginç kıyafetleriyle müzenin merdivenlerde poz verir- 1948'den bu yana her yıl burada yapılıyor.

Guggenheim Museum ise içindeki koleksiyonlardan çok binanın tasarımı ile tanınıyor. Binanın en üst katına eğik düzlemde spiral şeklinde yükselerek çıkılıyormuş.
Dediğim gibi bu müzeleri gezemedik. "Geçiyordum uğradım" da yapmak istemedik . Ama aklım kalmadı mı? Kaldı elbet. Bir daha ki New York seyahatine deyip müzeleri burada kapatıyorum.

CENTRAL PARK
59th ve 110th Street ile Fifth ve Eighth Avenue arasında yer alan Central Park'ın genişliği 800 m boyu ise 4 km uzunluğunda...
1858 yılında başlayan Park projesi tam 20 yıl sürmüş.

"Great Lawn" dedikleri uçsuz bucaksız çim alanları...

Göller ve ormanlık alanlar... hepsi sonradan yapılmış.
Özellikle Manhattan Adası'nın üstü nasıl çelik ve beton yığınlarıyla doluysa altının da sert granit tabakalardan oluştuğu ve o koca binaların bu granit tabakalara devasa burgu ve vidalarla tutturulmuş olduğu biliniyor.
Düşünsenize nasıl bir statik elektrik üretir bu durum. Zaten bu kentte insanlar stresli, sürekli bir koşuşturma içindeler; o zaman bu park onlar için cennetin karesi olmuyor mu?

Central Park'ın içinde faytonlarla gezebiliyorsunuz. Ve ilginç olan bir durum da faytoncuların çoğunun Türk olması. Yanlarından geçerken kendi aralarında Türkçe konuştuklarını duymak başta şaşırtıcı gelse de bu duruma sonradan alıştık.
Ben bu faytonlardan birine binip gezmeyi çok istesem de Ceren'im şiddetle karşı çıktı. Haklıydı. Hayvanların bu tarz kullanılmalarına prim vermemek adına onları boykot ettik ve binmedik.

Parkın giriş kapılarından biri kaldığımız otelin
hemen karşısında olunca Central Park ve civarında epey zaman geçirdik.
Bisiklet kiralama yerleri de tüm parkın çevresinde vardı. Faytona binemeyince biz de bol bol bisikletlere bindik🚴🚴🚴

New York'ta kaldığımız süre içinde sabah erkenden kalkıp Park'ta yürüyüş yapmak en büyük zevklerimden biri oldu.
Yürüyüşler sırasında gözüm her seferinde yukarıdaki fotoğrafa koyduğum "Eldorado Apartmanı"na takıldı kaldı.  Central Park'ın hemen dibinde, "upper west side"da bulunan binada bir çok Hollywood ünlüsü yaşıyormuş.
Hatta bir ara işleri o kadar ilerlettim ki bu apartmanda ben otursam kesin iki kulenin birleştiği yerdeki teraslı katı seçerim dedim.
New York'ta terası olan daire??? Çok film izliyorum demiştim ya bazı film sahneleri beynime çivileniyor.

Central Park'ta gün doğumu...
Gündüz ne kadar hareketliyse gece de bir o kadar ıssız buraları.

MİDTOWN
Bence New York'un en ışıltılı, en kalabalık ve en eğlenceli bölgesi burası.
Bu bölgeyi biraz karışık anlatacağım. Çünkü aynı yere birkaç kere gittik. Restoran beğenmedik hadi hoop öbür tarafa geçtik. Alışverişin büyük kısmını burada yaptık. Mağaza aradık, bulamadığımız zaman oldu tekrar caddeyi sil baştan yaptık. Yani anlayacağınız bu bölümde çok zaman geçirdik.

TIMES SQUARE
Dünyanın en ünlü meydanı Broadway'in 42nd Street ile kesiştiği yerde bulunuyor. Uyumayan bir meydan burası; dükkanlar geç saatlere kadar açık her yer ışıl ışıl...
Dev "billboard"lar üstünüze doğru akıyor. Elli-yetmiş katlı binaların arasından duvarı delerek dev bir havayoluna ait uçağın biri kanatlanmış size doğru gelirken onun hemen altında içinden buharlar tüterek filanca marka kahvenin reklamı olan on-on beş metre boyundaki bir fincan yolunuzu kesebiliyor. Tabii bunları biraz abartarak anlattım ama bu renkli ve hareketli reklam panolarının bende bıraktığı his bu.

Meydanın kırmızı merdivenli bir standı var, turistlerle dolu. Dünyada en çok selfie bu noktadan atılıyormuş.
New York'da yaşayanların mecbur kalmadıkça uğramadıkları bu meydan yazın turistlerden dolayı yürünemez hale geliyormuş. Neyse ki bizim gittiğimiz Mayıs başı o kadar kalabalık değildi.

1904'e kadar meydanın adı "Longacre Square"ken bu tarihten sonra "The New York Times" gazete genel merkezinin bu meydana taşınmasıyla ismi Times Square olarak değişmiş.
The Times daha sonra 42nd Street'deki daha büyük bir binaya taşınmış ama meydanın ismi aynı kalmış.

Time Square çevresinde "homeless"lara çok sık rastladık. Bu insanlar kimi kez bir süpermarket arabasına tıktıkları yırtık pırtık eşyaları, karton kutuları, naylon torbalarıyla park sıralarında, kaldırım kenarlarında, metro istasyonlarında yatıyorlar.
Birçoğu inanılmaz sefil haldeyken, eli yüzü düzgün, kitabını okuyan kaldırımlara yan gelip yatmış insanlara da denk geldik.
Direkt fotoğraflarını çekmeye utandım. Yandan, onlar beni görmeden yukarıdaki bir kareyi aldım.














Fifth Avenue... Ünlü 5. Cadde'deyiz.
Burası dünyanın en pahallı caddesi ünvanına sahip. Pahallı derken dükkan metrekare fiyatlarından bahsediyorum.
5.Cadde'yi, 19. yüzyılın sonlarında özellikle Central Park'ın açılmasıyla New York'un en büyük ve en lüks malikaneleri süslemeye başlamış. Gerçi bu akım fazla uzun sürmemiş daha sonra yapılan malikaneler yıkılıp yerine yüksek binalar yapılmış.
I. Dünya Savaşı sonrası ise bu zengin muhitte şık ve pahallı mağazalar açılmaya başlamış.
5.Cadde, Manhattan Adası'nı boydan boya katetmekte... Caddenin kuzeyi daha önce de yazdığım gibi müzelerin olduğu "Museum Mile"olarak adlandırılıyor.














Dünya markalarını üstünde taşıyan cadde'nin mağaza yoğunluğu en fazla Rockefeller Center civarında bulunuyor.













5 ve 6.caddeler arasındaki 19 ayrı yapıdan oluşmuş bir iş kompleksi olan Rockefeller Center 1930-40 yılları arasında yapılmış.
Bu merkezdeki binaların en bilineni 70 katlı "GE Building" gökdeleni. Bu gökdelen Manhattan'ı kuşbaşı seyretmek isteyen turistlere günün her saati açık.

Rockefeller Centre denince, en büyük kapitalistle bir devrimcinin gerçek hikayesi aklıma geldi.
2013 yılında Meksika'ya gittiğimizde, El Palacio de Bellas Artes'i geziyorduk. Orada Frida Kahlo'nun kocası ünlü ressam Diego Rivera'nın "Kavşaktaki Adam" temalı bir duvar resmini görmüştük.
Diego Rivera, boyutları farklı olmak üzere bu çalışmayı iki kez yapmış.
İlkini, istek üzerine Rockefeller Center'ın ana giriş holündeki duvara...
Ancak resmin içine Lenin ve Rus Mayın Günü yürüyüşü gibi komünist figürleri koyması Rockefeller ailesinin kapitalistliği ile bağdaşmayınca ondan bu figürleri kaldırması istenmiş. Sıkı bir devrimci olan Diego tabii ki böyle bir teklifi kabul etmeyerek her şeyi yüzüstü bırakıp Meksika'ya geri dönmüş. Arkasından, resmin yapıldığı duvar da Rockefellerlar tarafından yıktırılmış.

Rockefeller Centre'nin karşısında, Fifth Avenue'nin üzerinde Aziz Patrick Katedrali bulunmakta. Burası aynı zamanda New York Başpiskoposluğu'nun da merkezi...

New York'un en zarif iki binası Empaire State, ve Craysler Building...
Sadece uzaktan seyrettiğim bu iki binayı da Midtown bölgesinde olduklarından ekledim. Onlarla ne yazık ki özel bir anım olmadı :))))














Yukarıdaki bu iki gökdelene eklemek istediğim belki onlar kadar yüksek olmasa da bana göre inanılmaz cool bir duruş sergileyen bir bina var; "Flatiron Building" Eski dökme demir ütülere benzetildiğinden binaya bu isim verilmiş. 1902 yılında yapımı tamamlanan Flatiron Building, New York'daki ilk gerçek gökdelen olarak biliniyor.

Union Square; Flatiron Building'e yakın bir meydan. Park olarak pek bir işlevselliği olmasa da New York'un en güzel Çin lokantası olduğu söylenen "Republic"ten, organik ürünlerin satıldığı "Green Market"e, büyük bir Sephora mağazasından bir çok spor malzemeleri satan dükkan ve butiklere kadar çok şeyi bulabileceğiniz bir merkez.
Meydan'da satranç oynayanları göreceksiniz. Amerika'nın ekonomik bunalımı sırasında tam otuz beş bin işsizin bu meydanda toplanıp valiliğe yürümesi nedeniyle "birlik(union)"adı verilen bu meydan daha çok işlevsel bir adres.

Bir gün Roosvelt Adası'na gitmeye karar verdik.
Manhattan ile Queens adaları arasındaki Doğu Nehri üzerinde bulunan incecik bir ada; Roosevelt Adası...

Ada'ya ister Manhattan metrosuyla nehrin altından ya da bütün doğu yakasını havadan seyrederek  teleferikle ulaşabiliyorsunuz.

Roosvelt Adası 1960'tan itibaren yerleşime açılmış ve idari olarak Manhattan'a bağlı.
Başınızı kaldırdığınızda hemen karşınızda Manhattan'ı görüyorsunuz ama burası karşı adadan o kadar farklı ki...
Örneğin, burada özel arabanızla gezemiyorsunuz. Elbette bu adada yaşayanlar var. Onlar, araçlarını ada içinde tahsis edilen otoparklara koyuyorlar ve Roosvelt Adası'nda sadece toplu taşıma araçlarını kullanıyorlar.
Hoş, zaten ne kadarlık bir ada ki; eni çeyrek, boyu da dört kilometre civarında... Araca gerek mi var?Zevk olsun diye yürür insan!

Queensboro Bridge'in (Queens Köprüsü) orta ayakları Roosvelt Adası'na basıyor. Yürüyüp Manhattan'a geçip gidiverecekmişsiniz gibi... İnanılmaz güzel bir manzarası var.

Dedim ya karşı yakaya hiç benzemiyor burası; öyle sessiz, sakin ve huzur verici bir yer ki... Eğer Manhattan'da çok yorulursanız güzel bir manzara eşliğinde dinlenmek ya da kısa bir uyku molası için mutlak buraya uğramalısınız.

DOWNTOWN
GREENWICH VİLLAGE
New Yorkluların kısaca Village dediği bu bölge 1960 larda sanatçıların bolca yaşadığı bir muhitmiş. Şimdilerde ise durumu iyi ama sıra dışı olmaya heveslenen New Yorkluların yaşadığı bir semt olarak tarif ediliyor.
Çapraz yangın merdivenleriyle yan yana dizilmiş tuğla evlerin çoğunlukta olduğu, Akdeniz havasını andırır tarzda küçük dükkanların sıralandığı Village oldukça sevimli ve sıcak bir yer.














Sex and the City dizisini izlediyseniz Carrie Bradshaw'u biliyorsunuzdur. Onun dizideki evi de Greenwich de...
New Yorklu dört kadın arkadaşın gittikleri Magnolia Bakery'de hemen bir sokak ötede. Eğer yolunuz buraya düşerse pastanenin yaptığı muzlu pudingleri yemeden sakın dönmeyin derim.



SoHo
Bu isim reklamlara kadar ne kadar çok karşımıza çıkar.
SoHo; "Sout of Houston Street"in kısaca söyleniş biçimi aslında... Houston Street ile Canal Street arasında kalan bir bölge burası.
19. yüzyılın sonlarında kurulan bu semt, önceleri randevu evlerinin bulunduğu bir mekanmış.
James Bogardus adlı mimarın ilk kez burada kullandığı demir döküm iskeletli yapılarıyla ünlü SoHo, zamanla imalatçıların toplandığı bir sanayi merkezi olmuş.
Şimdilerde ise tıpkı bizim Nişantaşı'nı andıran bir alışveriş mekanı görünümünde...
Pahalı kafe ve restoranlarına, sanat galerilerine, son moda giysi ve ev eşyaları satan mağazalarına rağmen bohem yaşamı seçmiş sakinleriyle biraz taşra görünümünde...
Sonuç olarak; Greenwich Village gibi SoHo'da gökdelenlerin gölgesinden kurtulmuş, kendine özgü tarzı olan keyifli bir yer.

Yine bir akşam Hop-On Hop-Off otobüsüne binip Manhattan gece turuna katıldık. Bu tur sırasında Downtown bölgesinde görülmesi gereken Little İtaly, Chinatown ve Lower East Side gibi semtleri sadece uzaktan görebildik. Zamanımız, birçok yeri gezmeye yetmedi. Ya da biz gittiğimiz yerlerde fazla keyifçi davrandık.

 O akşam Manhattan Köprüsü'nden Brooklyn'e geçtik.












WALL STREET
Kocaman gökdelenlerin arasında, -ki buradaki gökdelenler şehrin başka hiçbir yerinde olmadığı kadar birbirine yakınlar- daracık bir sokaktan geçip trafiğe kapalı küçük bir alana çıktık ve bu bölgenin dünya finans merkezi Wall Street olduğunu öğrendiğimde ufak bir şaşkınlık yaşadım.
İnsanın içini daraltacak kadar yüksek, sıkışık ve karanlık binalar bunlar. Bir de üstüne paranın stresini koyun dayanılır gibi değil!!!

Tarihi binaların yüksek betonların arasında kaybolduğu bu bölgede eskiden ABD Gümrük binası olan "Federal Hall National Memorial"in önünde George Washington'un büyük bir heykeli var.
1812 de yıkılan orijinal bina, kentin başkent olduğu dönemde bir seneliğine ABD hükümetini barındırmış. Burası aynı zamanda Washington'un 1789 da ABD başkanı olarak yemin ettiği yer.














Yine Wall Street'de, dar sokaklardan geçtikten sonra 1698 yılında yapılmış olan tarihi Trinity Kilisesi'ne karşı geldik.
ABD'nin uzak tarihine şahit olabileceğiniz nadir bölgelerden biri Wall Street...
Şehir, ilk olarak bu bölgede kurulmuş.
Hırsın, rekabetin en acımasızca yaşandığı, paranın tek din olduğu New York'da şehrin ilk kurulma aşaması yine parayla olmuş.
Şöyle ki; New York, yirmi dört dolar değerindeki uyduruk süs eşyalarına karşılık Kızılderililerden satın alınarak dört yüz yıl önce Hollandalılar tarafından bu bölgede yani Manhattan'ın güney ucunda kurulmuş. O zamanki ismi ise New Amsterdam!
Sonra Ada'ya İngilizler gelmiş. New Amsterdam için tehdit oluşturan İngiliz kolonilerine karşı Hollandalılar kendilerini koruma adına tahta çitlerden bir duvar örmüşler.
İşte, Wall Street'in ismi de o günlerden kalma... Sonra o Wall Street dünyanın kaderini elinde tutan bir  finans merkezi olmuş...

Wall Street'den ayrılırken ünlü "Charging Bull"dan bahsetmesem olmazdı. Hikayesini de daha yeni New York'dayken öğrendim.
1986 yılında Wall Street'in çökmesinden sonra İtalyan asıllı bir heykeltraş Arturo Di Modica, boğanın yapımına kendi atölyesinde başlamış. Bilindiği gibi boğa, borsada yükselen piyasaları simgeler.
1989 yılında boğa heykelininin yapımı biter. Sıra, onu New York borsasının önüne yerleştirmeye gelmiştir. Kolay değildir 3,5 ton ağırlığında ve 5,5 metre uzunluğundaki bir heykeli kimselere görünmeden borsanın önüne yerleştirmek.
15 Aralık sabahı çok erken bir saatte iki polis devriyesi arasındaki o beş dakika içinde Charging Bull borsanın önüne yerleştirilir hem de kocaman bir yılbaşı ağacıyla birlikte...
Bu Arturo Di Modica'nın New Yorklulara yılbaşı armağanıdır. Bu haber kısa sürede patlar ve polis duruma el koyar ve sevimli boğamız borsanın önünden kaldırılarak şimdiki yerine yerleştirilir.














11-EYLÜL
9/11/2001 günü yıkılan DünyaTicaret Merkezi'nin enkaz alanı için kullanılan "Graund Zero" tabiri zamanla özel isme dönüşmüş ve bu yer için kullanılır olmuş.
Şimdilerde Amerikan halkı "Graund Zero" ismini telafuz etmek istemiyor. Onun yerine bu bölge için "One World Trace Center" ve "National September 11 Memorial and Museum" demeyi tercih ediyorlar.
İkiz kuleler yıkıldıktan on üç yıl sonra o bölgeye ABD'nin en yüksek binası olan "One World Trace Center" binası yapılmış. Dünyanın da en yüksek 6. binası olarak geçiyor.
Bu gökdelenin dünyadaki sıralaması ileriki yıllarda değişse de bana göre ABD'nin en yüksek binası olma özelliğini korur diye düşünüyorum.

One World Trace Center binasının hemen önünde The Memorial(11-Eylül Anıtı) bulunuyor.
Anıt; yıkılan ikiz kulelerin temellerine yapılan iki dev havuzu içeriyor. İlk bakışta basit birer havuz gibi görünseler de bana göre inanılmaz etkileyici bir anıt olmuş; Dev gibi bir havuz ve havuzun kenarlarından süzülen sular orta yerdeki kapkara bir kare çukurdan akıp gidiyor. Tıpkı kaybolan hayatlar gibi...
Ayrıca havuzun etrafında 11 Eylül ve Pentagon saldırılarında ölenlerin isimleri yazılmış.

Ben İzmirliyim. Hıdrellez gecesini nerede olsa kutlarım. Bu yılki Hıdrellez, New York seyahatine denk gelince biz de bu geceyi çok önceden planladık ve Brooklyn Köprüsü'nde olmaya karar verdik. Köprüye girmeden önce "City Hall" Parkı'ndan geçtik. Çünkü Brooklyn Köprüsü'nün yayaları trafiğin üstünde taşıyan tahta kaldırımlardan oluşan girişi parkın tam karşısında...

Her ne kadar fotoğraflarını çok iyi çekemesem de bu muhteşem köprü East River üzerinde Manhattan ile Brooklyn'i birbirine bağlıyor. Yapımı tam 14 yıl sürmüş ve 1883'de tamamlanmış olmasıyla birlikte yapımında birçok aksilikler ortaya çıkmış.
Dünyada ilk kez çelik halat kullanılarak yapılan köprü yirmi yıl boyunca da dünyanın en uzun asma köprüsü ünvanına sahip olmuş.




Brooklyn Köprüsü, araçların geçtiği bölümün üzerinde, yayaların yürüyebileceği geniş bir gezi yoluna sahip. Yani bu köprüde diğer birçok köprüde olduğu gibi yalnızca arabalar yok! Çelik ve beton üzerinde hareket eden sadece araçlar değil, koşan, yürüyen, spor yapan insanları da görüyorsunuz.
Köprünün ortasına gelmeden arkanıza şöyle bir baktığınızda 21. yüzyılın büyüleyici metropol görüntüsünü veren omuz omuza vermiş devasa binalar ise muhteşem görünüyor.












O akşam böylesine bir manzara karşısında, dileklerimi yazdığım kağıtları Brooklyn tarafından East River'a attım.

Sonra yemek için köprünün Brooklyn ayağının hemen yanında bulunan "The River Cafe"ye geçtik. Çok beğendiğim bu restorandan biraz bahsetmek istiyorum. En başta konumundan dolayı nefes kesici bir manzarası olduğunu söylemeliyim. Amerikan menüsü sunan restoranın yemekleri çok iyi. Mutlaka önceden rezervasyon yaptırmanız gerekiyor. Böyle bir yerde fazla abartmadan aldığınız bir akşam yemeği için kişi başı ortalama 150 $ civarında ödüyorsunuz.

Aşağı yukarı Manhattan gezimizi bitirdik sayılır. Konu The River Cafe'den açılmışken neler yiyip içtiğimizden de biraz bahsedeyim.
Tabii ki McDonalds'ı es geçmedik. Gördüğüm kadarıyla evsiz insanlar, Latinler ve turistler buranın müdavimleri. İçerde mutlaka bir ya da iki iri kıyım bir güvenlikçi bulunuyor. En ucuz menü 11$...
Üç kişi olunca 33$... Yaklaşık bizim paramızla 150 tl... Anlayın paramız ne kadar pul olmuş.

Yıllardır Türkiye'de görüşemediğimiz ama çok sevdiğimiz bir arkadaşımıza New York uçağında denk geldik. İş için New York'ta bulunuyormuş ve fırsat bulursa yemeğe çıkma konusunda anlaştık.
Akşam yemeği için bizi aradığında Perşembe sabahıydı ve o akşam için birçok restoranı arayıp rezervasyon yapmak istesek de yer bulamadık. Hele ki hafta sonunu varın siz düşünün. Demek ki güzel bir restoranda yemek yiyecekseniz garantili olsun diye bir hafta öncesinden rezervasyon yaptırmanız gerek.
Neyse, sonunda otele yakın orta halli bir restoran olan Kingside'da yer bulabildik.
Ortalama kişi başı 75$...


Sağlıklı besin zincir marketi olan Whole Foods Market'e birkaç kez yolumuz düştü.

İlk gittiğimizde özlemişim, karton tabağıma deli gibi salata doldurdum. Ben salata menüsünün sabit fiyatlı açık büfe olduğunu zannedip meğerse hayatımın hatasını yapmışım.😱 Doldurduğunuz kaplar kasaya gelindiğinde tartılıyormuş. Sonuç mu? Yukarıdaki bir kişilik salatanın fiyatı 31$'a geldi.
Belki fiyatları biraz pahallı ama içinde o kadar çok çeşit doğal ve sağlıklı ürün var ki... O yüzden buradan vazgeçemedik.
Bazen Whole Foods Market'ten alışveriş yapıp hemen karşıdaki Bryant Park'a geçip yemeğimizi yediğimiz oldu. Ya da Trump Hotel'in hemen yanında bu marketten vardı bazı akşamlar oradan alıp otelde hazırlayıp yedik.














Bir akşam yine hamburger yemeye gittik ama bu sefer gittiğimiz hamburgerci gizli bir yerdeydi. Öyle sokakta yürürken 'hadi girip karnımı doyurayım' diyebileceğiniz bir yerde değil! Ve sıkı durun, burası New York'un en güzel hamburgerini yapan yer diye ünlenmiş. Beyonce bile buranın müdavimi:)
Adres mi? Manhattan 56. sokak da bulunan lüks bir otelin (Parker) ana kapısından içeri girdiğinizde hemen sola dönün cılız bir ışık, dar bir kapı ve girişinde sadece ışıklı bir hamburger resmi olan bir yer göreceksiniz.
İçerisi küçücük, salaş bir yer. Duvarlarına film afişleri asılmış ve duvarlar kalemle bolca karalanmış. Camı penceresi olmayan loş bir yer.
Fiyatlara gelince öyle çok abarttık değil. McDonalds'ın yaklaşık iki katı kadar.

Konu hamburgerden açılmışken "Shake Shack"e uğramadan duramadık.

Bir akşam Time Square'deki "Bubba Gump"a gittik. Tabii yine sıra vardı. Nedense Hong Kong'daki restorandan aldığım lezzeti bu sefer burada alamadım. Kişi başı yaklaşık 30$

SoHo'da ünlü bir Fransız Restoranı. Ünü, yemeklerinden olduğu gibi birçok Hollywood yıldızının uğrak yeri olmasından geliyor. Et yemekleri 40-50 $, burger ve salatalar 25$ civarında...




Kahvaltı da Yahudi simidi bagel olmazsa olmazlardan... Tabii ki her seferinde yanında kahve...













Veeee son olarak pizza can'dır diyorum ve yemek serüvenini  burada kapatıyorum.




🍎Sonuç olarak; şu kısacık seyahat bile bana gösterdi ki New York tamamen kendine has, kendi çarkını döndüren başlı başına bir ülke... Amerikalıların bile yabancı olduğu bu şehirde gerçek yabancılar kendilerini yabancı gibi hissetmiyorlar. Çünkü bu şehirde herkes yabancı. Gördüğüm kadarıyla bu şehre uyum sağlayan herkes de New Yorklu ya da New Yorker🍎