VİETNAM

Önceleri, Amerika'nın yarattığı anlamsız bir savaşla tanıdım Vietnam'ı... Belleğimdeki görüntülerde ise; yanan, yıkılan ateş altında olan bir ülkeyle, ölen ve sakat kalan insanlar vardı.
Vietnam'ı gezip gördükten sonra ''nasıl kıydılar bu güzel ülkeye'' dedim. Meğer Vietnam savaşın çok ötesinde, başka değer ve güzellikleriyle anılacak bir yermiş.
Bundan sonra bana, ''Gittiğin yerler arasında; güler yüzlü, onurlu, çalışkan, özgürlüğüne düşkün insanlar en çok hangi ülkede yaşıyor?''deseler, aklıma ilk olarak Vietnam gelecek.

On güne yakın ülkelerinde kaldığımız, kuzeyinden başlayıp güneyine kadar indiğimiz, birçok şehir ve köylerini gezip gördüğümüz ama gezip görmeye doyamadığımız, hala bakir bir ülke Vietnam...
Luang Prabang'dan bindiğimiz uçakla ilk olarak başkent Hanoi'ye geliyoruz.

HANOİ
Başkent Hanoi, biraz bizim Ankara'yı andıran tipik başkentlerden biri. Kent, Red River yani ''Kızıl Nehrin'' kenarında kurulmuş. Kızıl Nehir, Kuzey Vietnam'ın can damarı. Nasıl olmasın ki? Kuzeydeki pirinç tarlalarından bu nehir sorumlu.
Hano'nin içinde Kızıl Nehrin oluşturduğu irili ufaklı birkaç göl var. Bu göller sayesinde Hanoi başkent sıkıcılığından kurtulmuş. Bu göllerin en büyüğü Hoan Kiem. Dilimize tercüme edilirse anlamı, ''Özüne Dönmüş Kılıç Gölü'' demekmiş. İsmin hikayesine gelince; 15. yüzyılda Çinlileri ülkeden kovan imparator, savaş sona erince bu gölde kayık gezintisi yapıyormuş. Tam o sırada bir su kaplumbağası gelip imparatorun kılıcını kapıvermiş ve suların derinliğinde kaybolmuş. Yani bundan böyle savaş olmasın diye kılıcı gölün ruhlarına teslim etmiş. Ve o gün bugün gölün adı Hoan Kiem kalmış.
Gölün etrafı yemyeşil. Çevresine yürüyüş yolları ve oturma alanları yapılmış. Her sabah çok erken bir saatte gölün etrafı spor yapanlarla doluyor. Gölün üstü güzel mi güzel köprüler ve pagodalarla süslenmiş. Şehirde Çin ve Fransız mimarisi hakim.

Hanoi'nin geçmişi binlerce yıl öncesine dayanıyor. O yüzden, şehirde görülmesi gereken bir çok tarihi eser var. Kızıl Nehri'n kenarında bulunan ''Tran Quoc Pagoda''sı bunlardan sadece biri. Vietnam'ın en eski tapınaklarından biri olan pagoda (541-547) yıllarında inşa edilmiş.
Pagodaya gidebilmek için bir köprüden, sonrasında ise zarif bir kapıdan geçmeniz gerekiyor. Tran Quoc Pagoda'sı, Vietnam Budistleri'nin başlıca ibadet yerlerinden biri.















''Edebiyatla uğraşmak, bir ülkeyi yönetmekten daha zor bir iştir'' demiş İmparator Le Thanh Tong. Ve bunu taa 1470 yılında söylemiş. Ve bu düşüncelerden yola çıkarak edebiyatla uğraşanları onurlandırmak için Edebiyat Tapınağı'nı kurdurtmuş. Burası Çinli filozof Konfüçyüs adına yapılmış en eski tapınak olarak biliniyor. Aynı zamanda Vietnam'ın ilk üniverstesi...
Tapınakta, birbirine açılan avlulardan geçiyoruz. Lotus çiçekli havuzlar ve o güzelim bonsailer avluları süslemiş. Birbirine açılan avluların birinde 82 tane kaplumbağa tableti bulunuyor. Bu kaplumbağaların üzerindeki tabletlere, zamanın başarılı edebiyatçılarını onurlandırmak için onların isimleri kazınmış.

Edebiyat Tapınağı'nın çıkışında Vietnam'a özgü Lak tablolarının satıldığı yan yana duran iki küçük dükkan görüyoruz. Eşimle birlikte bu dükkanların bi birine sonra diğerine girip çıkarken grubu hepten unutuyoruz. Tamam biz onları unutuyoruz da asıl önemli olan bizim değil, onların bizi unutup gitmeleri oluyor.
Hanoi'ye gelir gelmez soluksuz gezmeye başladığımızdan daha otele yerleşmeye fırsat bulamamış bir haldeyiz. Yani konuyu özetlersem demek istiyorum ki, kalacağımız otellerin adres ve telefon numaralarının yazılı olduğu broşürler ve telefonların olduğu çanta tur otobüsünde kaldı. Bu durumda ne birini arayabiliriz ne de kalacağımız oteli bulabiliriz. Yani sonuç olarak Hanoi'nin ortasında çısçıplak bir biçimde elimizde satın aldığımız tablolarla kala kaldık. Kısa bir şaşkınlık döneminden sonra Allah'tan kalacağımız otelin hikayesini Hanoi'ye gelirken dinlediğimizden ve otelin adı da bize yabancı olmadığından, oteli rahatlıkla bulabileceğimiz aklımıza geldi.



















Tamam iş çözüldü ya, rahatladık.
Biz de bu kentin taksileri olan ''Cyclo''lara binip üstüne de bir güzel Hanoi turu yaptık. Otele vardığımızda tur otobüsü bizden önce otele gelmişti. Demek ki biz onlardan daha fazla turlamışız. Sonuçta, gezdiğimiz yerler yanımıza kar kaldı.
Şimdi, bize otobüste anlatılan Hanoi Hilton'un hikayesine döneyim.
ABD'de Cumhuriyetçilerin 2000 yılındaki başkan adayı John Mc Cain, 1967 yılında Vietnam savaşı sırasında Hanoi'de esir düşmüş. O yıllarda ABD donanmasının başında da John Mc Cain'in babası olunca bu olay epey bir sansasyon yaratmış.
Şimdiki Hilton Oteli'nin yerinde eskiden ''Hoa Lo'' hapishanesi varmış. John Mc Cain ve diğer esir düşen Amerikalılar bu hapishaneye konmuş. Savaş bitimine kadar savaşmadan sağlıklı bir biçimde burada kalan Amerikalı esir askerler bu hapishanenin adını ''Hanoi Hilton'' koymuşlar.
Savaş bitiminde ise bu anıya istinaden hapishane yıkılmış ve yerine Hanoi Hilton yapılmış.

Vietnam'da kuzey ve güney sözcüklerine, yön belirtmenin dışında apayrı bir anlam yüklenmiş. Vietnam Savaşı sırasında ülkede, kuzey ve güney arasında şiddetli çarpışmalar yaşanmış. Günümüzde bu bölünmüşlük ortadan kalkmasına rağmen, ülkede hala daha, halk arasında kuzeyli ve güneyli ayırımı var.
Ancak ben burada iklimsel olarak ülkenin kuzey ve güney farklılığından bahsedeceğim. Önce haritadan yola çıkmalıyım. Vietnam haritası gözümün önüne geldiğinde ülkenin haritasını Vietnamlıların taşıdıkları kefelere ya da çok eskiden bizde de sokak yoğurtçuları vardı, terazi benzeri kefelerinde yoğurt satarlardı işte onlara benzetirim. Bu kefelerin biri Kuzey Vietnam'sa, diğeri Güney Vietnam, iki kefe arasında bağlantıyı sağlayan ahşap sopaya da Orta Vietnam diyelim.
Şimdi, Hanoi'deyiz yani tam kuzeyde ama sonuçta sıcak olması gereken Güney Doğu Asya'dayız. Böyle olmasına rağmen hava, beklemediğimiz ölçüde soğuk. Hem öyle bir soğuk ki, yün bere ve eldiven giydirecek kadar. Ancak bu hava, Orta Vietnam'ın belli bir noktasından sonra tam tersi bir yönde değişiyor.
Ülkenin, kuzey ve güneyi arasında çok büyük ısı farkı var.
 
Biz cyclo'ya alıştık bir kere. Otelden ayrılıp küçük esnafın bol olduğu, büyük mağazalar yerine küçük dükkanların yan yana sıralandığı ara sokaklara giriyoruz.
Neler yok ki bu sokaklarda! Meyve ve sebzeden tutun da horoz, tavuk gibi canlı hayvan satışına kadar ya da en lüks mağazada bulamayacağınız güzellikte ipek şallara, elbiselere, saf keten -el işi göz nuru- örtülere varana kadar daha sayamayacağım ne ürünler var.
Ancak burada satılan malların hepsi el yapımı, Çin pazarlarında olduğu gibi fabrikasyon üretim değil.
Alışverişi sevenler mutlaka yanlarında yedek bir valizle bu ülkeye gelmeliler. Benden söylemesi.

Vietnam'ın evleri oldukça tipik. Bu evlerin olduğu bir fotoğraf görseniz buranın Vietnam olduğunu hemen anlarsınız.
Nasıl mı? Binaların ön cepheleri tipik bir biçimde dar ve uzun. Yani şöyle; bir eviniz var, dubleks ya da tripleks ama her katına sadece bir oda düşüyor. Bilmem anlatabildim mi, evler o şekil.

Vietnam komşularının aksine, Latin alfabesini kullanıyor. Bana ilginç gelmişti; her hece onlarda bir sözcük olarak kullanılıyor. Yani kullandıkları kelimelerde hece yok. Örneğin; Vietnam onlarda ''Viet Nam'' ya da Hanoi onlarda ''Ha Noi'' diye yazılıp okunuyor.
Bana ilginç gelen bir diğer şey de bu ülkede günün her saati kitapçıların tıklım tıklım dolu olmasıydı. Genci, yaşlısı bu ülkede herkes kitap okuyor.
Vietnam'da gördüğüm ilginçlikler bitmiyor. Bakıyorum her yerde ''Nguyen'' ismi var. ''Bu ne iş, ülkede herkes Nguyen sülalesinden mi geliyor yoksa?'' diyorum. Benim düşündüğüm gibi değilmiş, açıklıyorlar.
Bundan bir kaç yüzyıl öncesinde Vietnam'ın güneyine insanlar yerleşmek istemez, genelde ülkenin kuzey kısmını tercih ederlermiş. Kral Nguyen, yerleşim yeri olmayan güneye gönüllü gidip yerleşecek olanlara kendi adını ''soyad'' olarak vereceğini açıklamış. Bu soylu ismi almak isteyen Vietnamlılar da güneye göçüp Nguyen olmuş. Şimdi Güney Vietnam'ın neredeyse %60'nın soyadı ''Nguyen''miş.

1945 yılında Vietnam'ın bağımsızlık bildirgesinin halka okunduğu, Ho Chi Minh'in mozalesinin olduğu ''Ba Dinh Meydanı''na geliyoruz. Vietnamlıların ''Ho Amcası'' bu mozalenin içinde camdan yapılmış bir kutunun içinde yatıyor. (Aslında Ho Chi Minh'in vasiyetinde, yakılmak istediği söyleniyor. Ancak o zamanın Rusya'sı buna izin vermemiş.) Ve kapının önünde günün her saati, çoğu ilkokul çocuklarından oluşan uzun kuyruklar göze çarpıyor.
Mozaleye, çift sıra halinde askerlerin arasından geçerek giriliyor. Kapıda tüm fotoğraf makineleri ve telefonlar toplanıyor. İçeride büyük bir sessizlik ve uyuyormuş gibi yatan Ho Chi Minh var.
Her yıl sonbahar ayında bir aylığına bakım için Ho Amca, Moskova'ya gidiyormuş.

Yukarıda, fotoğrafta görülen sarı bina, anıt mezara çok yakın olan Başkanlık Sarayı. Fransızlardan kalma bu yapıda özgürlük bildirgesinden sonra Ho Chi Minh'in ikamet etmesi istenmiş. Ancak Ho Amca bu binanın halka ait olmasını savunduğu için burada hiç yaşamamış.

Bir süre Başkanlık Sarayı'nın hemen yanı başında, bahçıvan için ayrılmış olan basit bir binada yaşayan Ho Chi Minh, daha sonra kendisi için yapılan bir eve geçmiş.

Onun için; tik ağacından, toprak zeminden direkler üzerinde yükselen Vietnam geleneksel mimarisinin tüm özelliklerini ve güzelliklerini ortaya koyan bir ev yapılmış.
Odalara girmeden, evi dolaştık. Ho Chi Minh'in oldukça sade döşenmiş yatak odası ve çalışma odasını ancak camlı kapıların ardından görebildik.
Vietnam'da Ho Chi Minh deyince bir an durmak gerek. O ülkenin kurucusu Vietnam halkının ''Ho Amca''sı. Soylu bir aileden gelen Ho Chi Minh, ailenin bu soyluluk kavramından sıkılıp yirmi iki yaşındayken ülkesinden ayrılmış ve otuz yıl sonra tekrar Vietnam'a döndüğünde ülkede bağımsız bir devlet yaratma savaşına girmiş.

Ho Chi Minh'in evinden sonra parkın içinden yürüyerek ''Tek Sütunlu Ahşap Pagoda''nın olduğu yere geliyoruz. Havuz içinde, lotus çiçeğine benzetilerek yapılmış olan pagodayı Kral Li Tong 1049 yılında yaptırmış.
Buranın hikayesine gelince; bir türlü erkek çocuğu olmayan Kral Li Tong, bir gece rüyasında lotus çiçeğinin içinde oturan tanrıçanın ona erkek varis verdiğini görmüş. Rivayete göre bu rüyadan sonra Kralın erkek evladı olmuş ve sonrasında da bu pagodayı yaptırmış.


Hanoi'de olduğumuz bir akşam, ünlü ''Su Kuklaları''nı seyretmeye gidiyoruz. Suyun altında, dalgıç giysili kişiler tarafından sunulan bu gösteri meraklıları için ilginç olabilir.

Hanoi'ye tekrar geri dönmek üzere Halong Körfezi'ne doğru yola çıkıyoruz. Hala Vietnam'ın kuzeyindeyiz. Yol boyunca pirinç tarlalarından geçiyoruz. Özellikle bu bölge Kızıl Nehir deltasında olduğundan pirinç yetiştirmeye elverişli sulak alanlar içeriyor.
Yolculuğumuz sırasında ilginç görüntüler karşımıza çıkıyor. Örneğin, yukarıdaki fotoğrafta görülen kadının kurduğu, tarla sulama düzeneği gibi...
İlginç olan ise dünya pirinç üretiminde ilk sıralarda yer alan Vietnam'ın, tarım üretimini hala insan gücüne dayalı olarak yapıyor olması.

NİNH BİNH
Hanoi'ye 95 km uzaklıktaki Ninh Binh'e geliyoruz. Ninh Binh; Çin'de doğup Hanoi'nin içinden geçen Kızıl Nehrin deltasında kurulmuş. Burada hem öğle yemeği alacağız hem de Tam Coc Mağaralarını gezeceğiz. Ben ''Tam Coc Mağaraları'' diyorum ama ''Tam Coc'' zaten üç mağara anlamına geliyormuş, burada bir anlam kargaşası oldu ya neyse...
Gerçekten de adı gibi, nehir boyunca duran üç büyük kaya milyonlarca yıl aşına aşına bu mağaraları oluşturmuş.

Tam Coc Mağaralarına gitmek üzere Dinh Cac iskelesine geliyoruz. İskelede onlarca kayık, nehri ve mağaraları gezip görmek isteyen turistleri bekliyor.
''Sampan'' adı verilen bu kayıklara, kayığı kullanan iki kişi haricinde iki de yolcu binebiliyor. Biz de bu kayıklardan birini seçip açılıyoruz nehre... Açılıyoruz açılmasına da hava buz gibi.
''Keşke hava daha sıcakken bu geziyi yapsaydık. Keşke yanıma kalın palto alsaydım. Keşke, hiç olmadı Hanoi'den bere, eldiven alıp çantanın bir köşesine atsaydım'' diye, keşkelerle başlayan sözcükler kuruyorum. Çünkü burası öylesine muhteşem bir yer ki, soğuk havanın bu güzelliklerin tadını çıkarmama engel olduğunu düşünüyorum.

Bu bölgenin doğası gerçekten muhteşem. Birdenbire dik yükselen kayaların arasından, dar geçitlerden ilerliyoruz. Yanımızda, bize eşlik eden ördekler yüzüyor.
Doğa; yeşilinden sarısına her rengini sıraya koymuş gibi...
Etraf, sessiz sakin. Sadece küreklerin suda çıkardığı sesler ve kuş şakımasından başka bir şey duyulmuyor.

Yukarıda Tam Coc'un ''üç mağara'' anlamına geldiğinden bahsetmiştim. Bu nehir gezisini tam olarak yaptım demek için bu üç mağarayı da gezmeniz gerekli. Biz ise, -benim soğuğa dayanıksızlığım yüzünden- ilk mağaranın içini kayıkla geçip gördükten sonra aynı güzergahtan geri dönmek zorunda kaldık. Bu tek mağara turu bile yaklaşık bir saat kadar sürdü.

Kayıkçılar, genelde kayığın küreklerini ayaklarıyla çekiyorlardı. Kürek çekmekten yorulan kollarını dinlendirmek için mi bu yola başvuruyorlardı anlamadım. Neyse, bunu geçelim. Gelelim sandığa;
Kayığa bindiğimizde ortada duran bir sandık dikkatimi çekmişti. Nehir turu bitimine yakın bu sandık açıldı. İçinden; çevre köylerde oturan bayanların işlediği birbirinden güzel masa örtüleri çıktı. Öyle böyle değil, o güzelim örtüleri görünce tüm sandığı boşaltasım geldi. Olacak şey değil ama nehir turu o küçücük kayığın içinde alışveriş yaparak bitti. Meğer bu konuda yalnız değilmişiz, karaya çıkınca elinde paketlerle kayıklardan inen bizimkileri gördük.
Deniz ürünlerinden oluşan öğle yemeğinden sonra Halong Körfezi'ne gitmek üzere Ninh Binh'den ayrıldık.

HA LONG-BAY
Hanoi-Halong Körfezi arası 160km. Sabah erken bir saatte Hanoi'den yola çıkmamıza rağmen molalarla birlikte ancak gece karanlıkta Ha Long Bay'a varabildik.
Vietnam'ın otelleri çok konforlu. Yine servisinden çok memnun kaldığımız Halong Plaza Otel'de geceliyoruz. Sabah uyandığımızda Halong Körfezi'nin ilk manzarası karşımızdaydı.

Kahvaltının ardından gezi teknelerinin bulunduğu limana geliyoruz. Tüm gün sürecek olan, binlerce adanın bulunduğu Ha Long Körfez turuna bu teknelerle çıkılacak.
Ha Long Bay, Tonkin Körfezin'de yer alan ve UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne alınmış doğa harikası bir yer. 

Ha Long ''Ejderhanın denize indiği yer'' demekmiş. Söylentiye göre dağlarda yaşayan ejderha aşağı inmeye karar verir ve bunu yaparken kuyruğunun etrafa çarpmasıyla vadiler oluşur. Kuyruğunun meydana getirdiği çukurlara su dolar ve bu körfez meydana gelir. Suyun üzerinde kalan yükseltiler de adaları oluşturur.
Rivayet o ki, ejderhanın ruhu o gün bugün bu sularda ve bu sulardan fışkıran üç bin adacıkta gezinip dururmuş.

Milyonlarca yıldır rüzgarın ve suların gelgitleriyle oyulmuş, şekillenmiş bu adalar. Doğa en güzel resmini yapmış buraya. Kim bilir kaç bin yıl boyunca rüzgar okşamış, sular dalgalarını göndermiş bu kayalara...

Gerçekten de çok değişik bir coğrafya burası. Kimi yerde kayalar topraksız, bıçak sırtı gibi keskin. Kimi yerde daha büyük bir ada, üstü ormanla kaplanmış. Daha ötede bir kaç kaya birbirlerine sırt dayamış; aralarından ancak belli belirsiz bir rüzgar ya da bir soluk geçebilir.

Suyun üstünde köyler var. Bir arkadaşım bunlara ''Su kondu'' demişti de hoşuma gitmişti.
Köye yaklaştıkça meyvenin her türlüsünü satan kayıklar yanaşıyor teknemize. Çocuklar kendi kullandıkları minik kayıklarıyla okula gidip geliyorlar. Evet, yanlış yazmadım. Bu küçük köyde okul var. Vietnam'da okur yazar oranı %94 gibi oldukça yüksek bir rakam.

Balıkçı köyünün birine çıkıyoruz. Daha önce tuttukları balıkları, evlerinin önünde bulunan su havuzlarına koyan köylülerden taze mi taze kerevitler alıp teknenin kaptanına veriyoruz pişirsin diye... Diğer balık çeşitleriyle birlikte önümüze geliyor kerevitler, tabii ki yanında bira ile. Mutluyum. Bu güzellikleri bana tattırdığı için Tanrıma şükrediyorum.

''İki oda bir bakla sofa'' derler ya... Ziyaret ettiğimiz köy evleri daha da küçük. Aslında ev dediğime bakmayın tek odalı barakalar burası. Odanın içine sadece bir yatak sığmış. Yatağı biraz yüksekçe tutmuşlar böyle olunca yatağın altı oturma odası olmuş. Yan tarafta da açıkta duran bir kaç çanak çömleğin olduğu bir mutfak var. Oh, ne güzel! ''Azıcık aşım kaygısız başım''

''Körfezdeki adaların birinde mutlaka görmeniz gereken bir mağara var'' diyor, rehberimiz. Harikalar Mağarası'nı (Thien Cung) gezmek üzere tekneden iniyoruz.
Mağaranın zemininden sütunlar halinde dikitler yükselmiş, tavandan ise sarkıtlar iniyor. Mağaranın içi ıslak, ıslaklığa vuran ışık ortalığı renk cümbüşüne çevirmiş. İsmi gibi harika bir yer.

Mağara çıkışında ise bu muhteşem manzarayı uzun süre seyrediyoruz. Sonra suları yara yara dönüş yoluna geçiyoruz. Akşam olmak üzere, güneş bir adanın arkasında batıyor, tekne yol aldıkça bakıyorum daha güneş gitmemiş şimdi öbür adanın arkasında batıyor.

Tekrar Hanoi'ye dönüyoruz. Hanoi'de trafik yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi... Bu şehirde nüfusun yarısı kadar motosiklet var, diyorlar. Ancak gördüğümüz bu sahnenin bir kaç mislini ''Hanoi'deki de bir şey değilmiş'' dedirtecek kadar Saygon'da görüyoruz.

DA NANG
Hanoi'den uçakla Orta Vietnam'da yer alan Da Nang'a geçiyoruz.
Danang Vietnam'ın dördüncü büyük kenti. Deniz kenarında yer alan bu kentte balıkçılık halkın en büyük geçim kaynağı. Ama en ilginç görüntü ise balık tutmak için kullandıkları kayıklar. Aslında bunlar kayık işlevini görse de, ilk bakışta büyük bir sepetten farkları yok!















Da Nang'da, bugün tarihten silinmiş Champa uygarlığına ait bir müzeyi geziyoruz. 
Cham halkını, Malezya ve Endonezya'dan gelen Malaylar oluşturmuş. Bugün Vietnam'ın Müslüman azınlığını bu Chamlardan kalan grup oluşturmuş. Ancak Champa Devleti zamanında yapılan heykellere baktığımızda onların Hinduizm ve Budizm'den de etkilenmiş olduklarını görüyoruz.
Tarihten silinen ve adını hiç duymadığım bir uygarlığa ait müzeyi gezmek bende değişik duygular uyandırıyor.

HOİ AN
Da Nang'da daha fazla oyalanmadan (çünkü çok fazla özelliği olan bir şehir değil) Hoi An'a geçiyoruz. Önce güzel mi güzel bir restoranta uğruyoruz. Vietnam'ın yemekleri bizim damak tadımızdan çok farklı ama güzel.
Akşam çökmek üzereyken otele yerleşiyoruz. Oldukça tipik döşenmiş olan bu otelden çok memnun kaldığımız söylenemez; oda, rutubetli ve küf kokuyor. Ancak ertesi gün Hoi An'ı gezmeye çıktığımızda evlerin tüm çatılarının rutubetten yosun tuttuğunu görünce homurdanmaktan vazgeçip Hoi An'ın keyfini çıkartmaktan başka şansımızın olmadığı gerçeği ile yüz yüze geliyoruz.

Hoi An UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne alınmış yerlerden biri. 16 ve 18. yüzyıllar arasında özellikle Japon ve Çinli tüccarların merkezi olmuş. Zaten şehir 18. yüzyıldan daha ileri gidememiş. Yani burada zaman 18.yy'da donmuş kalmış.

Yukarıda da belirttiğim gibi Hoi An, yüzyıllar öncesinden gelip de bozulmadan kalmış ender yerlerden biri. Allah'tan Amerika'nın bombaları bu şehre inmemiş.
''Burayı görmemişler mi?'' derseniz, tabii ki öyle bir şey yok.
Olay şu; Hoi An eskiden bir liman kentiymiş, İpek Yolu'nun da bir parçası. Ancak şehir, Thu Bon Nehri'nin deltasında kurulmuş. Zamanla nehrin getirdiği alüvyonlar limanı doldurunca liman, liman olma özelliğini kaybetmiş ve dolayısıyla Hoi An da stratejik önemini kaybetmiş. Böyle olunca da bombaların ilgi alanı olmaktan çıkmış.
Şimdi böylesine bir hazineyi korumak adına Hoi An'da motorlu taşıtlara izin yok! Ulaşım aracı olarak bisikletler kullanılıyor.

Bu şehrin her yanı tarih. Şehirde dolaşırken biz de o tarihin bir parçası olduk. Yeni diye bir şey yok, her şey eskiye ait bu şehirde.
1593 yılında yapılmış olan Japon köprüsüne geliyoruz. Bu köprü, zamanında buraya ticaret yapmak için gelen, sonradan bu şehre yerleşen Japon ve Çinlilerin mahallelerini birbirine bağlıyor. Çin Mahallesi'ni gezdikten sonra köprüden geçip Japon Mahallesi'ne ulaşıyoruz. Tanrım! Bir köprülük mesafede iki farklı kültür...



















İnce uzun tüp evlerden birine konuk oluyoruz. Bu tüp evlerin özelliği, ön kısımlarının dükkan, arka kısımlarının ise ailenin yaşadığı ev olması. Ön tarafta alışveriş yaparken arka taraftaki evde oyun oynayan çocukları ya da ailenin diğer fertlerini görebiliyorsunuz.

Hoi An'da her yer tapınak. Çin Tapınağı'nı geziyoruz. İçerde devasa tablolar var.
Tapınak çıkışında beyazlar giymiş kalabalık bir grubun sokakta biriktiğini görüyoruz. Meğer cenaze varmış. Matem rengi onlarda beyazmış. Bunu da bilgi dağarcığımıza ekliyoruz.

Akşam çökmek üzere buranın gecesi de çok canlı. Özellikle Japon Köprüsü'nü ışıklandırmışlar, gece görüntüsü çok hoş olmuş.
Ertesi gün yine tapınaklar, yine kafeler, yine alışveriş derken insan bu küçük kenti gezmeye doyamıyor. Zaten her yer yürüme mesafesinde.

Orta Vietnam'ın diğer şehri Hue'ye gitmek üzere Hoi An'dan ayrılıyoruz. Yol üstünde Mermer Dağı, bu dağın eteklerinde ise mermer atölyeleri var. Atölyelerde mermerlerden öyle güzel objeler ve heykeller yapmışlar ki, mermerden yapılan eşyaları sevmememe rağmen bu ürünlere bayıldım. 

Daha sonra bu dağda bulunan bir mağaraya girdik. Savaş sırasında bu mağara korunak yeri olarak kullanılmış, belli. İçinde Vietnamlıların ibadet yerleri vardı.
Ancak mağaraya isabet eden bir bomba tavanında büyük bir delik açmış. Gün ışığının buradan süzülmesiyle içeride bulunan sunaklar, heykeller renklenmiş. İlginç bir yer.
















Hoi An - Hue arasında uzanan yol bozuk, dar ve virajlı. Manzara ise bir o kadar güzel, muhteşem ve etkileyici. Fotoğraflarda görülen yerler ''Hai Van Pass'' geçidi. Genellikle sisli olan bu geçidin en büyük özelliği iklim değişikliğinin olduğu yer olması. Yani bu geçidin güneyine inildikçe hava sıcaklığı hissedilir şekilde artıyor. Buradan sonra tropik iklime geçiyorsunuz.

Orta Vietnam sahili Çin Denizi boyunca uzanıyor. Bu bölge zamanında Amerikalı askerlerin dinlenme yeriymiş. Şimdi de turistik bölge olma yolunda ilerliyor.
















HUE
Hue'ye 4km uzaklıkta Parfüm Nehri kıyısında ''Thien Mu Pagoda''sı bulunmakta. ''Yaşlı Tanrıça Tapınağı'' anlamına gelen bu pagoda 1601'de Nguyen Hoang tarafından yaptırılmış. İçinde hala Budist rahipler var.
Güney Vietnam'ı 1963 yılında yöneten koyu katolik bir imparator olan Diem, Budistlere ait özgürlükleri kısıtlayınca Diem'in Budistlere yönelik tavrına dayanamayan Budist rahipler protestoya başlamışlar. Bunların içinden bir tanesi Saygon'da kendini basın mensuplarının önünde yakmış. Bu rahibin kendini yakmaya giderken kullandığı araç da bu pagodanın önünde...

Hue Kentini neredeyse ikiye bölen Parfüm Nehri'ndeyiz. Eskiden bu nehire binbir çeşit çiçeğin kokusu karıştığı için bu isim verilmiş. Şimdi o güzel kokulardan eser kalmamış.
Nehrin kenarında, aynı tipte ejderha motifleri olan teknelerden birine biniyoruz.
Nehir gezisi, burada yaşanan sefaleti de gözler önüne seriyor. İnsanlar küçücük kayıklarını evlere dönüştürmüş, nehirde yaşıyorlar.

Hue, 19.yüzyıl başlarında Vietnam'ın başkentiymiş. Burası şiirsel bir yer; sakin, hoşgörülü ve eğitimli... Bir zamanlar buraya ''Bilginler Kenti'' derlermiş. Günümüzde ise beş üniversiteye sahip bir kent olmakla gurur duyuyorlar.

Hue'de ''Hotel Saigon Morin''de kalıyoruz. Fransız tarzı oldukça eski olan bu otelin koridorları 1930'lu yılları anlatan siyah beyaz fotoğraflarla donatılmış.
Fotoğraflar o kadar hoşuma gidiyor ki, odaya her giriş çıkışta onları uzun uzun seyrediyorum. 

Hue'de görülecek en önemli yerlerden biri Hue Kalesi ve tabii ki içindeki şehir.
1800'lü yıllarda yapımına başlanan kalenin içinde 300 adet saray, tapınak ve kraliyet binaları bulunmakta. İkinci bir hendek ve duvarla korunan kent, Pekin'deki Yasak Şehir planına sahipmiş.
Kentin en güzel kapısı Ngo Mon (öğle kapısı), biz de o kapıdan eski şehre giriyoruz. Kapı, Nguyen mimarisinin bir eseriymiş. Sarı renkli, sırlı kiremitlerle kaplı çatısı ise gerçekten görülmeye değer.

Kraliyet Kentinin en ihtişamlı yapısı ''Tay Hoa Sarayı''
Bu bir taht sarayı. Büyükelçilerin kabul edildiği, kraliyet törenlerinin gerçekleştirildiği bir yer. Saray yapımından sonra yerler Fransız karolarıyla kaplanmış. Keşke bu sarayda kullanılan kırmızı tonu buraya yansıtabilseydim. Kırmızı bu kadar mı güzel olur? Saraya bu kadar mı yakışır?















Eski kentin içindeki müzede, büyük bir masanın üzerine yerleştirilmiş camekan içerisinde, kraliyet kentinin maketi yapılmış. Makette, ayakta kalan binaların çatıları kırmızı renkle gösterilmiş, yıkılanlar ise maviyle... Kentin özgün 148 yapısından bugün sadece yirmisi ayakta kalmış. Böylesine bir tarihin yok olmasına sebep tabii ki Vietnam Savaşı... Çok yazık!















Uzun ince bir yoldan ''Yasak Mor Şehre'' giriyoruz. Kraliyet ailesinin kaldığı bu bölüme o zamanlar girmek yasakmış. Bu bölümde, savaşta yıkılmamış birkaç bina var ancak onlar da savaştan payını almış. Bu binaları özellikle restore etmiyorlarmış.(Yediğiniz haltı görün gibilerinden)
Sağdaki fotoğrafta haremin girişi görülüyor. Haremden sadece burası kalmış. Yıkılan binaların yerinde yabani otlar bitmiş, buraları boş tarlalara dönüşmüş. Sözün kısası; bombalar bu binaları tarihiyle, geçmişiyle birlikte göçertmiş.
 
Hue'deki imparatorluk mezarları Vietnam'ın en önemli yapıları arasında bulunuyor. Her imparator sağlığında kendisi için bir mezar yaptırmış. Yalnız burası bildiğiniz mezarlardan değil. Aynı zamanda imparatorun da içinde yaşadığı binalar kompleksi.
Bu mezarlar birbirlerinden farklı tarzlara sahip olsalar bile ortak olarak şu beş temel ögeyi içeriyor. Fil, at, görevli heykelleriyle süslü bir avlu, üzerinde imparatorun soyunun adlarını içeren bir tablet köşkü, bir tapınak, bir zevk köşkü ve mezar.
İlk ziyaret ettiğimiz mezar Tu Duc Tomb. Çok büyük bir bahçe içerisinde, çeşit çeşit ağaç ve çiçeklerin, akan suların arasında bir mezar. Hiç böylesine güzel bir mezar da görmemiştim:)

Parfüm Nehri kenarında bir diğer imparatorluk mezarı ''Khai Dinh Tomb''
Yapı olarak diğer mezarlardan daha farklı bir yer burası. Alan olarak daha küçük. Yapımında taşlar ve Çin porselenleri kullanılmış. Bahçede bulunan heykeller normal boyutlarından daha küçükler. İmparator Khai Dinh, kısa boylu olduğu için (kimse imparatordan daha ulu olamaz) tüm heykeller imparatorun boyu standart alınarak yapılmış.

yeni
eski








HO CHI MINH (SAYGON)
Hue'den tekrar Da Nang'a oradan uçakla Saygon'a geliyoruz.
Saygon'da Caravelle Oteli'nde kalıyoruz. Elli yıllık bir geçmişi olan bu otelin birçok hikayesi ve ABD Başkanlarına kadar ünlü konukları var.
Günümüzde otel genişletilmiş. Eski otelin yanına büyük otel binası inşa edilmiş. Yanındaki küçük bina ise Vietnam Savaşı sırasında basının merkeziymiş. Tüm savaş yayınları bu otelden yapılmış. Gazeteci olarak en ünlü konuğu ise Peter Arnett olmuş.
Kuzey Vietnamlılar bu şehre Saygon denmesine şiddetle karşı çıkıyorlar. Bunun sebebine gelince; 1954 yılında Fransa Hindiçin'den ayrıldıktan sonra Vietnam, kuzey ve güney olarak ikiye bölünmüş. Bu bölünme sonucu Kuzey Vietnam'a komünist bir rejim gelirken Güney Vietnam batı yanlısı bir yol çizmiş. Bu bölgeye Amerikalıları çağıran da yine Güney Vietnam olmuş. Şimdi kuzeyliler Güney Vietnam'ın Amerika ile yaptığı işbirlikçiliği hala unutmamışlar ve Saygon ismini ağızlarına almıyorlar. Bu kentin adı Ho Chi Minh, diyorlar. Ancak Ho Chi Minh'i yazmak bana uzun geldiği için ben yine Saygon diyeceğim.


















Saygon 1859'da Fransızların kontrolüne geçmiş ve 1950 yılında ise Fransız kolonisinin başkenti olarak kullanılmış. Bu yüzden kent merkezinde Fransızlara ait bir çok yapı bulunmakta... Notre Dame Katedrali 19.yüzyılda yapılmış, önündeki küçük parkta bir Meryem Ana heykeli, hemen karşısında ise Büyük Postane yer alıyor.
''Büyük Postane''nin yapımını üstlenen kişi ise metal yapılar uzmanı olan, aynı zamanda Eiffel Kulesi'nin inşaatını da yapan ''Gustave Eiffel''

Yine Fransızlar tarafından 1900 yıllarının başında yapılmış ''Hotel de Ville''... Şimdilerde burası Halk Komite Binası olmuş. Önündeki parkta Ho Amca'nın heykeli duruyor. Karşıda, çatı bahçesi ve barıyla ünlü Rex Otel var.
Hepsi de Graham Green'in Sessiz Amerikalı'sını anımsatıyor.
















Rex Otelin'in biraz daha güneyinde ''Hırsızlar Pazarı'' ve onun da biraz ötesinde seksen yıllık ''Ben Tan Pazarı'' bulunuyor. Neler yok ki bu pazarda; hediyelik eşya satan dükkanlardan, baharatçılara... meyve, sebze satanlardan kumaşçılara kadar.
Bu pazar yerlerinde en çok dikkatimi çeken de pazardaki satıcıların hep kadın oluşuydu. Vietnam'da kadınlar her yerde. Hem balıkçı, hem seyyar satıcı, hem taksi şoförü...















"Savaş Suçları Müzesi"ndeyiz. Yakın zamana kadar bu müzenin adı ''Amerikan Savaş Suçluları Müzesi'' olarak geçiyormuş. Bill Clinton'un Vietnam'ı ziyaretinden sonra başındaki ''Amerikan'' sözcüğü kalkmış.
Müzenin içinde savaşla ilgili öyle resimler var ki! Vietnam halkına yapılan tüm işkencelere; belgelerle, fotoğraflarla tanıklık ediyoruz. O resimleri izlerken boğazıma bir şeyler takılıyor, gezilmesi zor bir müze...








Gazete manşetleriyle, sinema ve televizyonda izlediğimiz filmlerle tanıdık bu ülkeyi. 
Bir de belleklerden silinmeyecek fotoğraflarla; çıplak ayaklarının ucunda, çıplak kollarını havaya kaldırmış, çırılçıplak bedeniyle bombalardan kaçmaya çalışan çocuklarla, şakağına silah dayananın sessiz çığlıyla...

Müzenin bahçesinde ise savaşta, Vietnam'ın eline geçen Amerikan tankları, uçakları sergilenmiş. Daha sonra Başkanlık Sarayı'nın bahçesine gidip o meşhur 843 nolu tankı görüyoruz. Başkanlık binasına dayanıp savaşın bittiğini simgeleyen o tankı...

Saygon'da insanı asıl şaşkına çeviren bisiklet ve motosiklet trafiği. Yollardaki tek tük otomobil, otobüs ve kamyonun iki tekerlekliler karşısında hiç şansı yok. Kırmızı ışıkta durduklarında, yeşil ışıkta şaha kalkışlarında ortaya görülmesi gereken manzaralar çıkıyor.













Erkeklerin motosiklet sürmesi bizler için çok olağan bir durum. Ama bir kadınınki öyle mi? Hele bu kadın sağdaki fotoğrafta olduğu gibi yerel kıyafetler içinde motosiklet kullanıyorsa, ortaya öyle zarif görüntüler çıkıyor ki...
Tabii kadınların hepsi yukarıda yazdığım gibi yerel kıyafetlerle gezmiyor. Ancak, neredeyse hepsi motor kullanırken yüzlerini ve ellerini kapatıyorlar. Çünkü buralarda kadının en açık renklisi makbul. Beyazlık asaleti çağrıştırıyor.

Saygon'a 35km uzaklıktaki Cu Chi Tünelleri'ne geliyoruz. Bu tünelleri gezmeden önce maketler üzerinde tünellerin ayrıntılı gösterimi yapılıyor. Tüneller aynı karınca yuvaları gibi...
Bu tüneller ilk olarak 1940 yıllarında, sömürgeci Fransızlarla savaşırken kazılmaya başlanmış. Sonra 60'lı yıllarda Vietkong gerillaları sürdürmüş kazmayı. Öyle ki Saygon'un kuzeyinden Kamboçya sınırına dek uzanmış tüneller, 250 kilometrekarelik bir alanı kaplayacak kadar çok tünel kazmışlar. Sadece ellerle ve kazmayla kazılmış olan bu tüneller, üstelik tek katta değil, tam üç kat.
O üç katın zemini, duvarları, tavanı hep toprak. Tüneller bazı yerlerde genişlemiş; bir toplantı odası, hastane, mutfak, yaşam alanları olmuş, sonra tekrar daralarak gizli geçit olmuş, sonra daha da daralarak havalandırma borusu olmuş.

Sonra bu tünellerin girişlerini görmek üzere ormanın içine giriyoruz. Her gruba bir görevli veriliyor. Üstü ağaç dalları ve kurumuş yapraklarla örtülü bir alanda bu görevli hiç tahmin etmediğiniz bir yerden kapağı kaldırıp bu tünelin içine nasıl girdiklerini anlatıyor. İşin en ilginç ve komik olan tarafı ise ABD'nin, bilmeden karargahlarını bu tünellerin üzerine kurmaları olmuş. Vietkong gerillaları ise Amerikan birliklerini bu tünellerden çıkıp çıkıp vurmuşlar. Daha sonra ABD durumu anlamış ancak bu tünellere o besili askerlerini sokamadığı için Meksika'dan zayıf askerler getirtmiş ve aynı zamanda başlamış tünellerin ağzını bombalamaya. Fakat aşağıda öyle bir sistem yapılmış ki atılan bombalar sadece girişleri etkilemiş. Bunun üzerine B52'lerle bu alanlar bombalanmış. Ormanın içinde o B52'lerin açtığı krater çukurları hala duruyor.
Daha sonra biz besililer için hazırlanmış ve genişletilmiş Cu Chi Tünelleri'nin bir bölümüne girdik. Bu genişletilmiş haliyle bile tünellerin içi mezar gibiydi.
Tüm bunları gördükten sonra bu insanlara saygım daha bir arttı.

TAY NİNH
Aynı adı taşıyan eyaletin başkenti olan Tay Ninh'e geliyoruz. Burası Vietnam'ın en ilginç yerel dinlerinden biri olan tek tanrılı Cao Daizm'in merkezi.
1933-1955 yıllarında yapılan tapınak; Fransız kilisesinin, Çin pagodalarının ve İngiliz müzelerinin mimari ögelerini birleştiren bir mimari tarza sahip. Tapınağın giriş kapısının hemen üzerinde bir ''İlahi Göz'' bulunuyor.

Tapınağın kendisi dokuz basamaklı bir terasın üzerine inşa edilmiş. Bu dokuz basamak cennete giden dokuz adımı temsil ediyormuş.
Tapınağın kuleleri ise bizim cami minarelerini andırıyordu.















Bu dinin ortaya çıkış amacı; doğunun ve batının tüm dinlerini, kutsal inançlarını birleştirerek ideal dine ulaşmakmış. Ortaya; Budizm, Konfüçyüsçülük, Taoism, Hıristiyanlık ve Müslamanlığın karışımı bir din çıkmış.
Cao Daizm'e inananlar günde dört kez dini tören için bu tapınağa gelip ibadet ediyorlar. İbadet, günde dört kez olunca biz de bu törenlerden birini seyretme şansına sahip olduk.
Salona önce din adamları girdi. Üstlerinde farklı renkte kıyafetler vardı. Ancak her renk bir dini temsil ediyormuş. Din adamlarının dışında kalanlar ise başlarındaki örtülere kadar beyazlar içindeydiler. Müslümanlıktaki gibi namaz benzeri hareketler yaparak ibadetlerini bitirdiler.

Tay Ninh ile birlikte biz de Vietnam gezisini bitiriyoruz.
Yakın tarih, uzak tarih, sanat eserleri, müzeler, bakir doğa ve alışveriş... Bir ülkeden daha ne beklenir ki! Her şeyi Vietnam'da bulduk. Hatta Vietnam hayallerimizin bile çok ötesindeydi.