NEPAL-2 (Ekim-2012)

Uçağın camından dantel gibi işlenmiş Himalayaların o doyumsuz manzarasını seyrederken uçağımız da iyice alçalmış, Katmandu'ya inmek üzereydi.
Tam yedi yıl sonra tekrar Nepal'deydim.
Gerçi daha önce gezip gördüğüm yerleri ikinci kez görmek, beni ilki kadar heyecanlandırmasa da yine de tanıdık bildik bir yerde olmanın bana göre avantajları da yok değildi!

Bir kere tanıdık yerde olmanın bana verdiği bir güven duygusu var. Çünkü, ikinci kez geldiğim yeri daha önceden tanıyor, nereden girilir nereden çıkılır, nerede yemek yenir, nerede kalınır biliyorum.
Ya da ne bileyim daha önceden gezip gördüğüm bir tapınağı aynı şekilde ayakta görmek, tapınağın önündeki insanların yine eskisi gibi ibadetlerini yapıyor olması, aradan geçen yılları bir çırpıda silip atıveriyor. Sanki onca yıl hiç geçmemiş gibi ''nerede kalmıştık?'' diyebiliyorum.
Bir diğer seçenekte, ''aaa buralara neler olmuş böyle?... Bu yollar eskiden de bu kadar kötü müydü?'' tarzında bilmişlik taslayarak karşılaştırmalar yapabiliyorum. Aynı yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü üzere, uçaktan Katmandu'yu gördüğümde ''Bu kent ne kadar büyümüş böyle!'' dediğim gibi...

Nepal, bizler için ilginç bir ülke. Ya da bana ilginç geliyor deyip genelleme yapmayayım. Çünkü bu ülkeye gelip de buranın pisliğini ve fakir yaşamını gören birçok kişinin ''tövbe, bir daha asla!'' dediklerini biliyorum.
Katmandu, başkent olmasına rağmen ilk bakışta gerçekten derbeder bir yer. Şehrin tarihi bölümlerinde gezmek benim için bir zevk ancak diğer taraftaki yaşamları da merak etmiyor değilim.
Size buradan kısa bir dip not düşeyim; hangi yaşamı istiyorsanız hayatınıza oradan devam ediyorsunuz. Ben bunu anladım artık. Farkında olmasanız da -ki farkında olmanızı tavsiye ederim- aklınızdan geçenleri yaşıyorsunuz aslında... Tıpkı benim, merak ettiğim bu insanların yaşamlarının içine tam da göbekten düştüğüm gibi...

Size bu geziyi bildik tarzda anlatmayacağım. Hem daha önce yazmış olduğum bir Nepal gezisi var. Hem de istesem de anlatamam. Çünkü yarım kalmış bir gezi bu. O yüzden sadece fotoğrafları koyup yaşananları anlatıp aralara da duygu ve düşüncelerimi sıkıştıracağım. Ya da iki Nepal gezisi arasında gördüğüm bazı farklılıkları aktaracağım.

Buraları gezip görenler bilir. Yukarıdaki fotoğraflar, budistlerin hayatlarında en az bir kere ziyaret etmeleri gereken kutsal yerlerden biri olan Boudanath Stupa'da çekildi.
Stupa'nın etrafında dolaşırken bu yaşlı budisti yıllar sonra aynı yerde otururken görmek benim için oldukça şaşırtıcıydı.

Yedi yıl önce bir kış mevsiminde gelmiştik Nepal'e. O zamanlar daha sessiz, daha sakin, daha büyüleyiciydi buralar. Fazla turist yoktu. ''hatta bizden başka turist yoktu,'' desem yalan olmaz.
Endonezya'daki büyük Sumatra depremi ve tsunamisinden hemen sonra çıkmıştık Hindistan- Nepal gezisine. Herkes o tarihlerde gezilerini iptal ederken biz, kalabalıkların olmadığı bu kentte dolaşmıştık.

Asılmış olan dua bayraklarının sayısında eskiye göre çok fazla bir artış vardı. Ekim'in ikinci yarısında Nepal'deydik. Hinduların bayramlarına denk geldiğimizi biliyordum da Budistlerin de bayramlarına denk gelip gelemediğimizi bu kısa süre içinde anlayamadım. Ya da benim gördüklerim bayrama hazırlıktı.

Nepal'de kaldığımız süre içinde hava oldukça sıcaktı, tabii ki güneş bu topraklara yüzünü gösterdiği gündüz vakitlerinde... Ne zaman ki güneş gökyüzünden kaybolup akşam çökmeye başlıyor işte o zaman gündüzün sıcağından eser kalmıyordu.
Yukarıdaki fotoğrafta görülen kankiler ise bu güzel havanın tadını çıkarıyor gibiydiler.

Kutsal Bagmati Nehri'ne giderken bu bayanlara rastladım, aradığım renkleri ve pozları bana öylesine sundular ki... Bunun üzerine onların birçok fotoğrafını çektim. Sonra dayanamadım aralarına girdim, sarmaş dolaş bir biçimde ben de onlarla birlikte poz verdim.

Kutsal Bagmati Nehri...
Eskiden cenaze törenlerine kadınlar da katılırken son yıllarda bu durum değişmiş. 'Sati' yapan yani kocası yanarken kendini alevlerin içine atan kadınları engellemek için kadınların cenaze tören yerine girmelerini yasaklamışlar. Yukarıdaki fotoğrafta da görüldüğü gibi, cenaze törenlerinde sadece erkekler bulunuyor.
Cenaze törenleri Bagmati Nehri'nin sadece tek yakasında yapılıyor. Nepal'e ilk geldiğimde bu bölüme geçmek yasaktı. Sadece nehrin karşı yakasından bu törenleri izleyebiliyordunuz. Ancak bu sefer aralarına girdim çıktım üstelik bayan olmama rağmen kimse bana ''burada ne işin var?'' demedi.

Bagmati Nehri'nin bir tarafında insan bedenleri yanarken karşı yakada ise saduların yaşam alanları var.

Nehrin arka sokaklarından birine girip sadu ya da sadhuların yaşadığı büyükçe bir avluya geldik.
Avluya, kapısız odalar açılıyordu. Odaların içinde ise epey bir eşya vardı, hatta duvarlarında tablolar...
Fotoğraftaki sadu da akşam yemeği için pirinç lapası hazırlıyordu.

Çok sıcakkanlıydılar. Öyle ruhani ya da yarı cismani halleri hiç yoktu:)

Hatta bu saduyu görmesem, bu saduların bizlerden bir farkları yok diyecektim ki... Sadece, ''O ayak o omuza bir şal gibi nasıl atılır?'' diyebildim.

Onlardan ayrılmak üzereyken fark ettim ki ilgi alanları artık biz değildik. Kendi dünyalarına döndüler. Ben de son kez bu özgür ruhlu insanları fotoğraf kareme hapsettim ve yanlarından ayrıldık.

Changu Narayan Tapınağı'na çıkmak için (Bhaktapur'a 4-5 km uzaklıktaki) ufak bir kasabaya geldik, çünkü; tapınağın yolu bu kasabanın içinden geçiyor.
Oldukça sevimli bir yer. İnsanları güler yüzlü. Fotoğraflarını çekmek istediğimizde sinirlenmiyorlar.
Evler genelde sıvasız,boyasız; tuğlaları görünüyor. Bu evlerin dış duvarlarından aşağı, ipe dizilmiş olan mısırlar sarkıyor. Neredeyse mısırı olmayan ev yok gibi...
Mısır, bu ülkenin temel besin kaynaklarından biri. Nasıl olmasın ki? Neredeyse sanayinin girmediği dünyanın en fakir ülkelerinden biri olan Nepal'de tarımsal alanlar da kısıtlı. Hal böyle olunca en kolay yetişen, doyurucu gıda maddesi olarak mısır ön plana çıkmış.

Kasaba halkı genelde kapı önlerinde, sokaklarda oturmuş, gelen geçeni seyrediyor. Gelen geçen diyorum, çünkü bayram günü kutsal Changu Narayan'a çıkan epey bir turist ve yerli halk var.
Sokakların durumunu ise sormayın gitsin! Sokaklar, az sonra tapınakta kurban edilecek olan keçi, koyun, tavuk gibi hayvanlarla dolu.

Changu Narayan, UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dahil edilmiş, Katmandu Vadisi'nin en eski tapınağı...
Geçmişi 4.yy'a dayanıyor. Tapınak ismini Tanrı Changu Narayan'dan almış. Bu isim aynı zamanda Tanrı Vishnu'nun isimlerinden biri ve tapınak Vishnu'ya ibadet etmek için yapılmış.
















O gün, Changu Narayan'da yaşanan curcunayı ne kadar anlatmaya çalışsam eksik kalır.
Tabii bunca hareketliliğin sebebi onların kutladığı Kurban Bayramı'ydı. Ne tesadüf ki onların bayramı ile bizim Kurban Bayramı bu yıl aynı zamana denk düşmüş.
Şimdi onların kutladığı bu bayramdan biraz bahsetmek istiyorum.
Bayramın Nepal'deki adı Dashain Festivali olarak geçiyor. Hindistan'daki adı ise Dashara Festivali...
Hinduizmin en önemli bayramı sayılıyor. Sekiz kollu Tanrıça Durga'nın kötülüklere karşı açtığı savaşta galip gelmesi kutlanıyor.
Festival süre olarak on gün, ancak tapınaklarda bayramdan bir beş gün öncesinde hazırlıklar başlıyor. Bu hazırlık döneminde tapınaklarda olduğu gibi halk da evini temizliyor, çünkü Tanrıça Durga'nın her an evlerini ziyarete gelebileceğini düşünüyorlar.

Bayram kutlamaları önce yavaştan başlıyor, bayramın ortalarına doğru kutlamaların dozu iyiden iyiye artıyormuş. En çok kurban kesimi de bu zamana denk düşüyormuş.
Kurban olarak kabul ettikleri en değerli hayvan, bufalo... Bufalonun yanı sıra halk maddi durumuna göre ördek, horoz, koyun, keçi gibi hayvanları kurban edip aynı bizde olduğu gibi kesilen kurbanları daha sonra dağıtıyorlar.
Bayram süresince kadınlar süsleniyor, erkekler boyunlarına ve kulak arkasına çiçek koyuyor.

Kurbanlar; huzur, mutluluk ve şans için kesildiği gibi, Tanrıça Durga'nın susuzluğunu da giderdiğine inanılıyor. Aynı zamanda iblislerin, kesilen bu kurbanlar gibi öleceği düşünülüyor.
Changu Narayan Tapınağı'ndan sonra geldiğimiz Bhaktapur'da da festival tüm hızıyla devam ediyordu. Sokaklar, yürümeyi zorlaştıracak kadar kalabalıktı.
En büyük kalabalık da tanrıça olan bu kız çocuğunun etrafında toplanmıştı. Çıplak ayakla dolaşan tanrıçanın elini öpmek için halk kuyruğa girmişti. Fotoğrafa da yansıdığı gibi tanrıça, oldukça mutsuz ve asık suratlıydı.
Onun yerine koydum kendimi ''offf ne zor iş'' dedim. Hele çocuk yaşta bunca sorumluluk taşınır mı?
Bu ara hayret ve dehşetle öğrendim ki Hindu dininde tamı tamına 330 Milyon tanrı varmış.

Bhaktapur öyle küçük bir şehir sayılmaz. Labirent gibi birçok sokağa sahip. Oradan gir, diğer taraftan çık, git git bitmez. Her sokak, görmek isteyene neler neler gösterir.
Kaputu açık bu aracın önünde insanlar ne yapıyor derseniz, söyleyeyim. Bu insancıkların ne aracı varsa örneğin; araba, kamyon, motosiklet gibi... kazadan beladan onları koruması için Tanrıça Durga'ya dua ediyorlar.
Dua ederken tanrıçaya sunulmak üzere dört çeşit meyve, dört çeşit bitki ve dört çeşit tohum araçların önüne konuyor. Sonra alınlarına sürdükleri  ''tika'' dedikleri kırmızı boyaları araçlarına sürüyor ve en son ibadetin olmazsa olmazı olan turuncu kadife çiçeklerle araçlarını süslüyorlar.

Ve bayramın rengarenk uçurtmaları... Tanrılara mesajlar bu uçurtmalar sayesinde gidiyormuş. O yüzden çoluk çocuk, büyük küçük... ne çok uçurtma uçuran vardı.

Dolaşırken sokakta gördüğüm çocukların hatta bebeklerin gözleri hep böyle fotoğraftaki gibi sürmeliydi.
''Bu da bir tür süs mü?'' dedim.
Hayır, değilmiş. Aksine, çocuk çirkin gözüksün nazara gelmesin diye bu sürmeler çekiliyormuş.

Yorgunluk atıp kahve molası verdiğimiz kafe...

Daha önce de yazdığım gibi Nepal'e bu ikinci gelişim. Geçen sefer ağırlıklı olarak Katmandu ve çevresinde gezip dolaşmıştık. Bu seferki geliş amacımız ise farklıydı, dağlar bizi bekliyordu.
O yüzden ayrıldık bu kalabalıktan, koştuk o yüksek tepelere ve sessizliğe...



Şimdi gezinin trekking kısmına gelirsek, filmin koptuğu bölüm burası işte... Fotoğraflarını koymuş olsam bile... Ne güneşin doğuşunu anlatmak istiyorum,

ne de o bakir köyleri...
Aksilikler çok üst üste geldi. Dağda çektiğim fotoğrafların bile çoğu gitti. (Nasıl gittiğini sonra anlatacağım)
Bir kaza sonucu, -büyük bir hevesle çıktığımız- bu dağlardan sedye ile indirilişimizi ve ambulansa taşınmamızı hatırlıyorum.

Bu aşamadan sonra bir doktor olarak; biraz bu ülkenin sağlık sisteminden, biraz da yaşadıklarımızdan bahsetmek istiyorum. Tabii hastanede çektiğim fotoğrafları da aralara katarak.
En son ambulansta kalmıştım. Ambulans bile diyemeyeceğim amortisörleri bozuk, içi paslı teneke görünümünde olan, araç gereç açısından; hastaya hiçbir müdahale yapma şansı tanımayan, sedye tekerleklerinin ambulansın içinde kaymasının mümkün olmadığı bu yüzden tangır tungur, iteleyip kaktırılarak içeri sokulan bir sedyesi olan, minibüs tarzı bir araç düşünün, işte buna ''ambulans'' diyorlar.
Böyle bir araçla, bozuk yollarda travma üzerine travma yaşayarak hiç bilmediğim bir hastaneye geldik.
Hastane aciline geldiğimizde başta çok tedirgin oldum. Dışarısı gibi hastaneleri de kirliyse bir de üstüne hastane enfeksiyonu almak işten bile değildi.
Sigorta şirketini aradım, ''bir an önce Türkiye'ye dönmeyi ve özel transport istediğimizi'' söyledim.
MR sonucu ve doktor raporundan sonra hemen, dediler.
Rapor ve MR için uzman doktor istedik.
''Bayramımız var, MR kapalıdır, doktoru çağıralım ama hemen gelmeyebilir,'' dediler.
''Ya sabır!''
Allah'tan çok geçmeden bir Nöroşirurji uzmanı, bayram sebebiyle alnına sürdüğü kırmızı boyasıyla geldi. Hemen açtığı bir iki telefonla şehrin başka bir bölgesinde bulunan MR merkezini ayarladı, ilk müdahaleyi yaptı.
Neyse, çok uzatmak istemiyorum, muayene ve tetkik sonuçlarına göre, doktorumuz; ''Şu aşamada Türkiye'ye dönemezsiniz, uçağa binmek riskli olabilir'' dedi.
Böylece, onun kontrolünde Katmandu'daki hastane günlerimiz başlamış oldu.

''Hastane nasıldı?'' derseniz, ''eh işte Acıbadem'den halliceneydi'' derim. Şaka bir yana tahminimin çok üzerinde derli toplu oldukça temiz görünümlü bir hastaneydi. Gerçi burası bilerek isteyerek geldiğimiz bir yer değildi. Akşam karanlığında girmiştik buraya ve yeni yeni nerede olduğumuzun keşfini yapmaya başlamıştım.
Gözüme takılan ilk detaylar ise 'sessiz olun' uyarısını yapan resim ve burada hemşirelerin hala kep giymesi oldu.

Hastanede yatması zorunlu olan kişi eşim olunca keşif işi tabii ki bana kalmıştı. Önce hastane kantinine aynı zamanda yemekhane olarak kullanılan yere gittim. Yemek listelerine göz attım, liste ağız tadımıza uygun olsa kaç yazardı? Her yer pislikten gebermiş haldeydi. Hastane dışına kendimi zor attım, yiyecek bir şeyler bulmalıydım.
Hastane çevresinde yemek yapan yerler vardı, yukarıdaki fotoğrafa bakarak siz karar verin ''hangi restoranda yemek yemeyi isterdiniz?'' Ne düşündüğünüzü biliyorum, ben de aynı şeyi yaptım ve ilk günü aç bir şekilde kapattık.

Ertesi gün, Türkiye'de olsam hiç pas atmayacağım abur-cubur satan dükkanları gözüme kestirdim. Bu sefer de yanımda yeterli Nepal rupi'si çıkmadı. Satıcı adama dolar teklif ettim, kabul etmedi. Doların miktarını arttırdım yüzüme bile bakmadı:) Kredi kartı ise hepten geçmiyor. Allah'tan halime acıyan bir Nepalli elimdeki dolarları bozdu da alışveriş yapabildim.

Dedim ya keşfe çıktım:)) Bu ara, hastanenin içi dışı Allah ne verdiyse fotoğraf çekmeyi de ihmal etmiyorum. Yukarıdaki fotoğrafı da hastanenin avlusunda bulunan ibadet yerinde çektim.
Sonunda bu işi o kadar ''kör kör parmağım gözüne'' yaptım ki, kapıdaki 'bay security' beni Sarah Ferguson'la karıştırdı ve makineme el koymaya kalktı. Pazarlık sonucu sadece hafıza kartımı aldı, makine bana kaldı. Ama o güzelim dağ fotoğraflarım da bu ara gitti... Sonra hafıza kartının peşine düşsem de nöbet sistemlerinden dolayı kaybolan kartıma ulaşamadım.
Halbuki bu 'bay security'nin hangi çağda yaşadığımızı biliyor olması gerekirdi. Bir kere ben hastanenin yasak olan fotoğraflarını çekmeyi aklıma koymuş olsaydım  makinemi göstere göstere değil de cep telefonumla istediğim fotoğrafı çeker, hatta tüm dünyaya servis bile ederdim.
Sonuçta makineme yeni bir hafıza kartı taktım ve yasak denen hastane fotoğraflarını yine çektim. Ama o olaydan sonra hastaneye fotoğraf makinesini göstere göstere değil de sırt çantamın içine koyarak girdim.

Günler geçtikçe buradaki hayatın iyice içine girmeye, şehrin içinde; ne, nerede satılır öğrenmeye başladım. Tabii bunda bizi yalnız bırakmayan yerel trekking firmasının sahibi ve rehberinin de katkıları çok oldu.
Sadece poşet içinde satılan ekmeği bulabilmek için ya da vakumlu yak peyniri alabilmek için uzun yürüyüşler yaptım.(Burası yokluklar ülkesi her şey elimizin altında değildi)
Yine böyle bir yürüyüş sırasında bu afacan maymunların fotoğrafını çektikten sonra tam onları geçmiştim ki arkadan sırt çantama saldırdılar. Allah'tan yalnız değildim. O an öğrendim ki bu hırsız maymunlar özellikle bayanları seçiyormuş. Çünkü; bayanlar erkeklere göre maymunlardan daha fazla korkup çantalarını daha kolay bırakabiliyorlarmış.
Çok şükür çantamı kaptırmadım. Kaptırsaydım, bunca aksiliğin üstüne oturur ağlardım artık.:)

Başka neler mi yaptım? İşleri iyice ilerletip pazar yerlerinde dolaştım ve onlardan biri gibi rupi ile alışveriş yaptım. Yemek için meyve iyi bir alternatifti. Yazdıklarımdan anlamışsınızdır karın doyurmak için epey bir efor harcadım.
Dışarı çıkışlarımda tek başımaysam fazla fotoğraf çekmemeye çalıştım. Yabancı bir ülkede insanların ne tür tepkiler vereceklerini kestiremediğimden çok şeye dikkat etmek zorundaydım.

Konuyu tekrar kaldığımız hastaneye getireyim.
Bizde olduğu gibi onlarda da özel ve devlete ait hastaneler var. Ancak özel hastaneler genelde, ''genelde'' diyorum, istisnalar mutlaka vardır, spesifikleşmişler. Örneğin; Nöroloji hastanesi, çocuk hastanesi, kanser hastanesi gibi...
Nepal'de özel girişim sahipleri genelde Hintliler ve bu özel hastanelerin çoğunu da onlar kurmuşlar. Zaten tarım ürünleri dışında ülkede üretilen başka bir şey yok! İhtiyaç maddelerinin çoğu Hindistan'dan ithal ediliyor.
Hastanenin girişinden çıkışına kadar, Hintli ruhani lider Sri Sathya Sai Baba'nın fotoğrafları ve ona ait sözler, hastanenin her köşesindeydi.
Sri Sathya Sai Baba, 2011 yılında vefat etmiş Hinduların en önemli ruhani liderlerinden biri, aynı zamanda dünyadaki manevi açıdan en etkileyici kişilerden biri olarak tanınıyor, ücretsiz olarak açtığı okullar, hastaneler ve bakım evleriyle biliniyor.

Kaldığımız hastane, tahminimin çok üstünde bir konfora sahipti. Diş fırçalarımız, sabun ve şampuanlarımız bile onlar tarafından verildi, gerçi verilenleri kullanmadım ama olsun.
Hastaneye geldiğimiz ilk gün, duş için suyu kontrol ettiğimde baktım ki sıcak su yok! Durumu kat sorumlusuna ilettiğimde ise ''sadece sabahları, o da ancak günde iki saat sıcak suyun verildiğini,'' söyledi.
Ama işin asıl ilginç tarafı yarım saat sonra, içinde sıcak su olan kovayla içeri giren hizmetli oldu. ''Belki acildir diye size sıcak su getirdim'' dedi. Şaşırdım, çok iyi niyetli insanlar.
Kaldığımız odanın temizliği, günde en aşağı beş kez yapılıyordu. Ama hijyenden o kadar bihaberdiler ki... Dediğim gibi iyi niyetli insanlar ve eminim çalıştıkları işi de çok zor bulmuşlar, bir şeyleri yapmak için gayret ediyorlar ama işin nasıl yapılacağı hakkında en ufak bir fikirleri yoktu.
Gece olduğunda ise hizmetlilerin temizlik kovalarının arkasına geçip yerlerde kıvrılıp uyuduklarını görmek beni çok üzdü.

Hastanenin hemşireleri dört dörtlüktü. Dosyaları eksiksiz ve zamanında doldurmaları dikkatimi çekti. Biz de olsa bu işler biraz ertelenir. Ayrıca son derece güler yüzlüydüler ve işlerini sevdikleri belliydi.
Üstelik o kadar az bir paraya çalışıyorlardı ki... Onlarla bol bol sohbet ettim.
Yukarıdaki fotoğraf, hastanelerin karşısında kurulan eczaneler olur ya, onlardan birkaçı...

Nepal'deki sosyal yaşantıya gelirsem, kısaca özetlemeye çalışayım.
Önce doktorlardan başlarsam; Nepal de tıp eğitimi paralı ve yılda 25 bin dolar ödeyerek tıp fakültesine gidiliyor. Böylesine fakir bir ülkede bu ücret çok yüksek bir rakam. O yüzden maddi durumu iyi olan ailelerin çocukları doktor olabiliyormuş ya da bir çoğu doktor olmak için Hindistan'daki tıp fakültelerine gidiyorlarmış.
Bir doktor devlette çalışıyorsa ayda en fazla 400$ özelde çalışıyorsa ancak bunun iki katı bir ücret alabiliyor. Üstelik hiçbir şekilde çalışma güvenceleri olmadığı gibi, ülkede emeklilik sistemi de yok! Bu sistem doktorlar için de böyle diğer çalışanlar için de...

Sosyal güvencelerden uzak olmak en çok hasta ve yaşlı insanları vurmuş. Çalışamayacak durumda olana para yok! Böyle olunca, ortaya bir arada yaşayan büyük aileler çıkmış; çocuklar evlense bile anne ve babalarıyla birlikte aynı evde oturuyorlar.
Evin büyüğüne çok fazla saygı var, özellikle yaşlı babaya... Bayramlarda, babanın önünde yere diz çöküyorlar, evin diğer fertlerinin alınlarına 'tika'yı baba sürüyor.

Yakın bir zamanda krallıktan demokratik sisteme geçmiş olan Nepal, bu durumdan çok şikayetçi. Keşke başımızda kralımız kalsaydı diyorlar.
Ülkede, çok partili koalisyon hükümeti görev yapıyor. Rüşvet ve yolsuzluk almış başını gitmiş. Devlet halkının hiçbir şeyini üstlenmiyor. Eğitim genelde paralı olduğundan ülkedeki okur yazar oranı %48 civarında, çok düşük bir oranda...
Aileler çocuklarını okula gönderemediklerinden ve çocuklarını doğru dürüst besleyemediklerinden genelde çok çocuk yapmıyor, en fazla iki çocukla yetiniyorlarmış.

Hastanedeki son gecemizde Nepallilerin en sevdiği yiyecek olan ''momo''yu tatmaya karar verdik. Çünkü odamıza her gelen, -hemşiresinden doktoruna kadar- ''momo'yu hala mı tatmadınız?'' diye hayretle soruyorlardı. Biz de bu kadar sözü edilen momo'yu merak edince kantine küçük bir porsiyon ısmarladık.
Momo aslında bir sebze yemeği ama ağır bir sebze yemeği.
Nasıl yapıldığına gelince, elde açılan hamurun içine minik doğranmış karışık sebzeler konduktan sonra hamurun ağzı kese gibi büzüştürülüp kızarması için yağa atılıyor. Sonra iri doğranmış soğanla birlikte acı yeşil biber, her türlü baharatın olduğu sosun içine atılıp hafifçe öldürülüyor. Sonra sebzeli sos, kızarmış hamurların üzerine dökülüp servis ediliyor.
''Tadı nasıldı?'' derseniz, ben yiyemedim. Bir kere çok acıydı, yağlıydı ve kesif bir baharat kokusu vardı.

Gece olduğunda, Katmandu'daki evlerin çoğunun ışığı yanmıyor, sokak lambaları hepten yanmıyor zaten.
Amar'dan (yerel trekking rehberi) öğrendiğime göre, birçok evin elektriği borçlarını ödeyemediklerinden dolayı kesikmiş, hatta bir kısmı evine elektrik bağlantısı bile alamıyormuş, çoğu hane de elektriği kısıtlı ve idareli kullandıklarından gece oldu mu şehir, ister istemez karanlıklara bürünüyormuş.
Yukarıdaki fotoğrafta görülen bol ışıklı bina ise bir odada on iki kişinin kaldığı bir devlet hastanesi...

Her türlü yokluk ve pisliğine rağmen bu ülkeyi seviyorum. Yukarıdaki fotoğraf da bu coğrafyayı neden bu kadar sevdiğimi anlatıyor.
Çok garip, hep mi böyle yoksa benim Nepal'de bulunduğum zamanlara mı denk geldi bilmiyorum ama bu ülkede beni delirten rüzgarlar yok! Sevmem delice esen rüzgarları, serseme çevirir, darmadağın eder gider. Geriye baş ağrısı bırakır.
Ama burası böyle mi ya... hava öylesine sakin ve dingin ki...
Hele şehrin içinde dolaşırken başınızı şöyle bir kaldırın dorukları karlı Himalayalar tüm heybeti ile karşınıza dikilir. Bu dağların yanında ufacık hissedersiniz kendinizi ama bu duygu sizi rahatsız etmez. Korkmadan seversiniz bu dağları, sırtınızı yaslamak istediğiniz dost gibidirler, öylesine güven verici öylesine sıcak...

İşte böyle, seviyorum bu ülkeyi... Şimdilik yarım kaldı, biliyorum. Yarım kalanı tamamlamak için tekrar bu coğrafyada buluşmak üzere...