REUNION


Madagaskar'ın doğusunda küçücük bir ada; Reunıon...
Haritaya baktığınızda bu adanın yerini hemen bulamayabilirsiniz. Ancak daha dikkatli tarayıp haritayı biraz da büyütünce adanın, Hint Okyanusu'nda bir nokta kadar yer kapladığını görürsünüz.
Reunıon, Madagaskar'ın komşusu. Ancak bu iki ada arasındaki uzaklık 800 km civarında... Okyanus komşuluğu böyle bir şey işte:)
Reunıon, Hint Okyanusu'ndaki Mascarene adalar topluluğunda yer alıyor. Bu topluluğun diğer adaları ise Mauritius ve Rodrigues...
Ve Mascarene Adaları'nın hepsi hali hazırda volkanik aktiviteye sahip genç adalar. Genç diyorum çünkü, yeryüzü şekillendikten çok sonra ortaya çıkmışlar.

Hint Okyanusu'nda çok az kişinin bildiği tropik bir ada burası. Tropik ada dedim ama Reunıon için "tropik" deyimi çok farklı anlamlar içeriyor. Eğer yazı ve fotoğraflarımla anlatabilirsem ne demek istediğimi göreceksiniz.
Bir kere Reunıon, Fransa'ya ait bir toprak parçası ve ülkenin 18 bölgesinden biri. Yani Fransa'nın sömürgesi sayılmıyor. Bu yüzden dünyanın en uzun iç hat uçuş rotasına da ev sahipliği yapıyor.
Nasıl mı?
Reunıon'a girdiğinizde Paris'ten 9000 km uzaklıkta olmasına rağmen resmen Fransa'ya girmiş sayılıyorsunuz. Bunun anlamı; eğer Reunıon'a Charles de Gaulle Havaalanı'ndan hiç durmadan uçarsanız teknik olarak Fransa'dan asla ayrılmazsınız ve bu nedenle ülkeye yurtiçi yolcu olarak girebilirsiniz.
Bunları niye mi anlatıyorum? Çünkü Fransa'dan çok uzakta olmasına rağmen her yönüyle Fransa'yı yaşayacağınız bir ada burası. Ve böyle olunca kafanızda oluşturduğunuz okyanusun ortasındaki bakir ada kavramını burada silip atmanız gerekecek.
Örneğin, adaya yaklaşırken kazıklar üzerine inşa edilmiş, adanın bir kısmını çevreleyen upuzun bir otoyol gözüme ilişiyor. Dünyanın en pahallı yollarından biri olduğunu öğreniyorum.
Neden bu kadar pahallı derseniz? Altı şeritli otoyol, kasırga rüzgarlarına ve ağır denizlere dayanacak şekilde inşa edilmiş de ondan!
Sütunların üstünde, okyanusun içinden yükselen böylesine bir yolu yapmak kolay mı?
Çok yüksek maliyetlere rağmen bu yolu yapmaya mecbur kalmışlar. Adadaki trafik bazen dayanılmaz bir hal alıyormuş ve genellikle dağlık bir araziye sahip bu küçücük adadaki sıkışmışlığı ancak bu şekilde aşmaya çalışmışlar. Tabii ki söylemeye gerek yok, ödeneğin tümü Fransa'dan gelmiş.
Ama yine de ilginç değil mi? Tropik bir ada ve trafik!

Neyse, bir saati aşkın bir uçuştan sonra başkent Saint Denis'de bulunan Roland Garros Havalimanı'na iniyoruz.. Bu ara, Roland Garros'un bir tenisçi değil Reunıon'da doğmuş Akdeniz'i durmaksızın geçen ilk savaş pilotu olduğunu da burada öğrenmiş oluyorum.

Madagaskar'dan sonra Reunıon bana çok değişik geliyor. Evet, Madagaskar'la kıyaslanamayacak kadar modern bir yer burası.
Sanki bir dağ kasabasına inmiş gibiyiz; hava serin, rüzgarlı... Bulutlar rüzgarın etkisiyle sivrilmiş volkanik tepelerin üstünde yer değiştirip duruyor.



Otelimize doğru yola çıkıyoruz. Yollar insanı hayrete düşürecek kadar düzgün. Volkanik vahşi bir adadayız ama asfalt uygarlığının içine düşmüş gibiyiz.
Reunion'nun nüfusu 800 bini geçmiş. Başkent, adanın en kuzeyinde yer alıyor, ismi; Saint Denis
Topu topu 63 km uzunluğunda 45 km genişliğinde olan adanın 21 tane şehir olarak adlandırdıkları yerleşim alanı var.
Neredeyse çoğunun ismi başkentte olduğu gibi Saint ile başlıyor; Saint Paul, Saint Pierre, Saint Gilles vb...

Adadaki iki geceyi "Juliette Dodu Boutique" otelinde geçireceğiz. Çok sevimli bir yer.
Juliette Dodu, halk kahramanı bir kadın. 1870 Fransa-Prusya Savaşı'nın efsanevi ajanı... İşte onun doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği bu köşk daha sonra otele dönüştürülmüş.
Kendinizi evinizde gibi hissedeceğiniz, dekorundan başka mis gibi vanilya kokan çörek ve kahve ikramlarıyla da unutulmayacak oteller arasında...

Otele yerleştikten sonra başkent Saint Denis'i keşfe çıkıyoruz.
Şehir, adanın en kuzeyinde ve 150 bin nüfusuyla da bölgenin en büyük yerleşim yeri.
Şehri dolaşırken; düzgün caddeleri, pahallı lüks mağazaları ve bir anda karşınıza çıkan carrefour alışveriş merkezi size Avrupa'nın küçük bir şehrinde ya da tanıdık bir yerde olduğunuz hissini veriyor.
Diğer taraftan 19. yüzyıldan kalma "creole" tarzı tarihi evlerin arasında olmak bir anda uzak diyarlardaymışsınız duygusunu da yaşatıyor.

19.yy'da inşa edilmiş olan eski belediye binası ve aynı renkte aydınlatılmış Zafer anıtı... Bu yapılar şehrin en önemli caddelerinden biri olan Rue de Paris üzerinde bulunuyor. Zaten birçok müze ve tarihi bina bu cadde üzerinde yerleşmiş.

Creole mimarisinin güzel örneklerinden biri... 18.yy'dan kalma Villa Deramond...

"Creole" özellikle bu bölgede çok duyduğum bir sözcük. Creole mimarisi, creole dili gibi...
Evet bu ada tipik bir Fransız adası ve ana dilleri Fransızca... Ancak bu adada büyük oranda creole dili de konuşulmakta.
Adanın tarihine baktığımızda önce Araplar, sonra Portekizliler ve en son da Fransızlar bu adaya gelmiş. Bu ülkelere ait denizciler konaklamak, uzun süren deniz yolculukları sırasında mola vermek adına bu adayı kullanmışlar. Kimsenin yaşamadığı boş bir ada olan Reunion, geçiyordum uğradım yapan denizcilerin uğrak yeriymiş.
Adada hiçbir zaman yerli bir nüfus olmadığından, Reunion'un sömürge olacak bir geçmişi de yok.!
Ancak, buraya Fransızlar yerleşince Afrika, Hindistan ve çevre adalardan çalışmak üzere birçok işçi köle gibi buraya taşınmış. Adada kahve plantasyonları kurulmuş. Daha sonra şeker kamışı ekimi yapılmış ve bu tarlalar zamanla genişletilmiş.
İşte buraya çalıştırılmak üzere getirilen işçilerle patron Fransızların aralarında konuşup anlaşacakları basit, karma bir dil olan Croele dili ortaya çıkmış. Resmi olmasa da hala ada halkının büyük çoğunluğu bu dili konuşuyor.















Şehri dolaşırken "Saint Denis Katedrali" ve Noor-e İslam Camisi'ni görüyoruz.
Adanın Müslüman nüfusu az olup, burada yaşayan Müslümanları da Hindistan'dan gelip buraya yerleşenler oluşturmuş.

Reunion, sakin, küçük bir ada olmakla birlikte, araba sayısının fazla olmasından dolayı özellikle mesai saatlerinde trafik oldukça yoğun oluyormuş.
Halkın en önemli sorunlarından biri de %40'a varan işsizlik oranı. Ancak bu adada yaşayanlar Fransız vatandaşlarının haklarına sahip olduklarından işsizlik maaşı alıyorlar.  O yüzden herkes halinden memnun görünüyor.

Dedim ya küçücük bir ada... Başkent Saint Denis'de çok küçük. Yürüyerek neredeyse şehrin tamamını gezip dolaşıyoruz. Hatta mağazalarından alışveriş yapmaya bile zamanımız kalıyor. Para birimi olarak tabii ki Euro'yu kullanıyorlar ve hayat burada ucuz değil.
Ertesi gün, adanın etrafını çepeçevre dolaşacağımız bir tura çıkıyoruz. Önce kuzey-doğu hattına doğru gideceğiz.


Saint Denis'den ayrılır ayrılmaz yemyeşil şeker kamışı tarlaları bizi karşılıyor.
İlk mola yerimiz Saint- Andre'deki bir Hint tapınağı...
Burası ağırlıklı olarak Tamillerin yaşadığı bir bölge.

Saint Andre'den sonra kıyı şeridini bırakıp adanın içine Salazie bölgesine doğru yol almaya başlıyoruz.
Reunıon Adası volkanik kaynaklı jeolojik bir yapıya sahip. Sönmüş volkanların yanısıra hala aktif yanardağları var. Bu dağların lav püskürtmesi sonucu denize ulaşan akıntılarla Reunıon hala büyümeye devam ediyor.
Dedim ya adanın iç bölgelerine doğru yola çıktık. Bu bölgede sönmüş olan üç tane volkan bulunuyor; Salazie, Mafate ve Cilaos
Biz bu üç kraterin arasında en kolay erişilebilen ve bol yağış aldığı için en yeşil olan, UNESCO tarafından da Dünya Mirası Listesi'nde olan Salazie'ye gidiyoruz.
Yol boyunca Mat Nehri bize eşlik ediyor.

Salazie, yemyeşil bir örtüyle kaplı. Dağlar o kadar dik ki, zirveyi görmek mümkün değil. Dağlardan aşağı şelaleler yuvarlanıyor. Bu dağların arasında yol alırken sular otobüsümüzü ıslatıyor. Şimdiye kadar böylesi bir manzaraya tanık olmamıştım.

Etrafımızda gördüğümüz bütün tepeler yanardağ lavlarından oluşmuş. Lavlar püskürüp aktıktan sonra soğumuş. Soğuyan lavlarda çökmeler meydana gelmiş. Sonra bir daha patlama olmuş soğuyan lav plakalarının üstünü yeni sıcak lavlar kaplamış ve olay bu şekilde sürüp gitmiş.
Bazı lav tabakaları suyu geçirirken bazı tabakalar farklı minerallerden dolayı suyu geçirmemiş. Böylece üst üste biriken bütün lavlar erezyonun etkisiyle yeni çökmeler meydana getirmiş.
Adada üç tane çok büyük çöküntü var bunlardan biri de Salazie...
Zamanla soğuyan, bereketli bol mineralli bu toprakların üzerine daha sonra polenler gelmiş. Polenlerin etkisiyle yosunlaşma başlamış ve sonuç olarak yosunlardan yemyeşil bir doğa ortaya çıkmış.
Dağlardan yuvarlanan şelaler ise çöküntülerin yol açtığı küçük kuyucukların içine dolan yağmur sularından oluşmuş. Biriken yağmur suları bir çatlaktan kendilerine yol bulup dışarı ve aşağı doğru akmaya başlamışlar.

Neredeyse gördüğünüz her tepenin, şelale ve derenin öyküsü var bu adada... Öyküler Reunıon'a çalışmak üzere getirilen kölelerin acıklı hikayeleriyle bezenmiş.

Bu hikayelerden biri de "Gelin Tülü" olarak adlandırılan bölgeye ait.
Birbirini görür görmez aşık olan gençlerin hikayesi bu. Kızın babası bu gençlerin evlenmelerine izin vermemiş. Bunun üzerine oğlanla kız kaçıp gizlice evlenmişler. Ancak bu haberi öğrenen baba çok öfkelenmiş, eline tüfeği aldığı gibi hem kızını hem de oğlanı vurmuş.
Birbirini çok seven bu iki gencin ruhu gökyüzüne doğru yükselmiş. Öyküye göre ruhlar yukarı doğru yükselirken kızın üstündeki gelinliğin tülü bu dağların yamaçlarına değmiş ve her değdiği yerden bir su aşağı doğru süzülmüş...
Gelin tülü... Muhteşem bir manzara.

Salazie de ünlü bir köy var; Hell-Bourg... Burası Fransa dışındaki en güzel köy olarak tanımlanıyor.
Hell-Bourg büyük bir yer değil ama, renkli cepheli Creole mimarisini yansıtan evlerini yürüyerek keşfetmek oldukça keyifli.
Hell-Bourg, aynı zamanda güzel restoranlara, cadde boyunca alışveriş yapabileceğiniz şık butiklere de sahip.

Hell-Bourg'un şık restoranlarından birinde yerel yemekleri tattıktan sonra adada yaşayan Fransız kökenli halkın yarattığı "Creole" mimarisinin en iyi örneklerinden biri olan Villa Folia'ya geldik.
Bizi büyük bir botanik bahçesi karşıladı. Folio evinin tropikal bahçesinde iç içe geçmiş birkaç bölüm vardı. Şifalı ve aromatik bitkilerin yanı sıra orkide serası, meyve ve sebze bahçeleri ilk göze çarpanlardı.
Daha adını bilmediğim rengarenk birçok bitki güllerin, orkidelerin ve begonvillerin arasına karışmıştı.
Bahçenin eve giriş tarafında ise üç hazneli döküm bir çeşme ve el işi ağaç işlemeli bir kameliye vardı.

Villa 1870 yılında inşa edilmiş ve orijinal halini koruyor. Villaya ismini veren Folio ailesi ise hala bu evde yaşıyor ve geçimlerini müze haline çevirdikleri bu evden sağlıyorlar.

Salazie bölgesinden ayrılıp aynı yoldan geri dönüyoruz. Yolumuz okyanusa çıkıyor. Bu kez adanın doğu ve güney kıyılarına doğru yolumuz devam edecek.
Size, Hint Okyanusu'nda bir ada hayal edin deseler, eminim gözünüzün önüne bakir kumsallar, denize uzanan palmiye ağaçları ve berrak bir deniz gelir. Ama Réunıon'da bu durum biraz farklı. Bir kere bu adada denize girmek imkansız gibi bir şey.  Çünkü bütün sahiller köpek balığı dolu. Bunun da sebebini adanın kıyılarında lagün olmamasına bağlıyorlar. Hükümet de bu durum karşısında 2013 yılından beri sörf ve yüzmeyi Réunıon'da yasaklamış.
İşte yukarıda da dediğim gibi bu ada değişik bir ada ve diğer bildiğimiz tropik adalara pek benzemiyor.













Lav tarlalarından geçiyoruz. Lavların, okyanusa kadar ne şekilde yol aldığını burada görmek mümkün. Soğumuş lav plakalarının üzerinde aşama aşama bitkilerin nasıl canlandığına tanık olmakta ilginç.
Söylemiştim; rüzgarla polenler buralara taşınıyor. Sonra liken, eğrelti otları ve çalılar büyümeye başlıyor. Bazı yerlerde soğuk lav ve volkanik kayalar göze çarpıyor. Koyu sarı, siyah, kırmızı, yeşil birbirine girmiş doğa yaşam savaşı veriyor.













Adanın güneyine inerken Sainte Rosa kasabasına uğruyoruz. Burada gördüğümüz bir kiliseden, şimdiki adıyla Notre Dame des Laves Kilisesi'nden bahsetmek istiyorum.
1977 yılında, adadaki aynı zamanda dünyadaki en aktif volkanlardan biri olan Piton de La Fournaise faliyete geçiyor.
Ancak daha önce de püsküren bu yanardağın lavlarının akış yolu bellidir.
Fakat o gün lavlar yol değiştiriyor ve kilisenin olduğu yöne doğru hızla akmaya başlıyor. Ve ne hikmetse lavlar kiliseye zarar vermeden kilisenin iki yanından akıp gidiyor.
Bu olaydan sonra Sainte Rosa Kilisesi'nin adı değişerek "Notre Dame des Laves" oluyor.
Bu mucizeden çok etkilenen kasaba halkı, klisedeki Meryem Ana heykelinin üstüne onu lavlardan koruyan bir şemsiye koyuyorlar. Kilisenin vitrayları lav akışını simgeleyecek şekilde yeniden yapılıyor.
Kilisenin ayrı bir bölümünde ise o felaket gününe ait fotoğraf ve gazete kupürlerine yer verilmiş. Oldukça ilgi gören bu bölümde ilginç görüntüler vardı.

Akşamüstü, tüm etnik grupların görülebildiği Sainte Pierre'e geliyoruz. Gece burada kalıp sabah adanın etrafını gezmeye devam edeceğiz.












Ertesi gün, adanın güneyindeki iç kesimlere doğru; iki büyük yanardağ arasına sıkışmış bir plato olan "Plaine des Cafres Vadisi"ni görmeye gidiyoruz.
Verimli topraklar ve serin iklim Plaine des Cafres'i tarım için ideal bir bölge yapmış. Ama özellikle sonsuzluk hissi veren manzarasıyla muhteşem bir yer.

Daha sonra dünyanın en aktif yanardağlarından biri olan "Piton de la Fournaise"i yakından görmeye gidiyoruz. Öncesinde ise bu yanardağa açılan 2311 metre yüksekliğindeki "Bellecombe"a varış. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne alınan, bölgenin en etkileyici manzaralarına hakim olan ve "Cehennemin Zirvesi" anlamındaki Piton de la Fournaise 380 bin yıl önce ortaya çıkmış genç bir yanardağ.
Sık sık püskürttüğü lavlarıyla Hint Okyanusu'na kadar uzanıp adanın yüzölçümünü büyüten yanardağ da bu...
Yukarıda bahsettiğim kiliseye kadar lavları ulaşan yanardağ yine Piton de la Fournaise...


Volkanik bir adada olupta dünyanın sayılı volkanik müzelerden birini ziyaret etmesek olmazdı. 6 bin metrekare büyüklüğündeki müze, 2014 yılında yenilenmiş. Birçok dokunmatik ekran, 4D sinema ve panoramik filmlerle müze, Reunion Adası'nın nasıl oluştuğunu anlamamıza, farklı volkanik taşları görmemize yardımcı oldu.
Oldukça eğitici, eğlenceli ve çekici olan müzenin girişi de değişikti. Önce, simsiyah karanlık bir tünele girdik ve sanki o an volkan patlamışçasına yeraltından gümbürtüler gelmeye ve sismik hareketler olmaya başladı. Gerçek olmadığını bildiğim halde böyle bir olayı yaşamanın ne kadar korkutucu olduğu hissine kapıldım.
Ancak yukarıdaki fotoğrafta görülen karı kocanın (Katia ve Maurice Krafft) bu tip korkuları hiç olmamış. Yıllarca dünyanın çeşitli yerlerinde patlayan kraterlere korkusuzca yaklaşıp o dehşet görüntülerin fotoğraflarını çekmişler.
Ne yazık ki 1991 yılında Japonya'daki Unzen Dağı'ndaki yanardağını incelerken talihsiz bir kaza sonucu bu iki bilim insanı yaşamlarını yitirmiş.
Müze de bir bölüm onlara ayrılmış. Çok büyük fotoğraflarının altına taziye defteri açılmış. Yukarıdaki fotoğraflar oradan...

Ada çevresinde yaptığımız turun son durağı ise vanilya işletmeleri. Dünyanın en kaliteli ve aromatik vanilyaları bu adalarda çıkıyor. O yüzden buradaki adaların ortak ismi "Vanilya Adaları" olarak geçiyor.

Vanilya işletmeciliği yapan büyük bir malikaneye geliyoruz. Vanilya yetiştirmenin nasıl bir sabır işi olduğunu burada öğreniyorum. İlmek ilmek işleniyor o vanilyalar. Daha çiçekten tek tek elle dölleniyor. Döllemenin bile zamanı var. Çiçek Ekim-Aralık ayında saat 6 ile 11 arasında sadece bir kez açıyor. İşte tam o zamanda dölleyeceksiniz; ne erken ne de daha geç olmayacak!
Vanilya bahçeleri nasıl bakımlı, nasıl düzenli anlatamam. Vanilya orkide cinsinden geliyormuş. Sarmaşık gibi uzayıp giden bir bitki. Çok uzarsa çiçeğini döllemek zor olur diye her biri itinayla kısa kütüklere sarılmış.
Dedim ya vanilyanın çiçeklerinin her biri tek tek elle dölleniyor. Sonra her çiçekten bir vanilya çubuğu yetişiyor ve bu çubuklar da dokuz ay boyunca dalında bekliyor.

Toplanan yeşil vanilya çubuklarını laboratuvar titizliğinde yapılan daha birçok işlem bekliyor. Tüm bu işlemlerin amacı vanilyanın aromasını içinde hapsetmek.
Çubuklar iki yıl boyunca sıcak sulara sokuluyor, battaniyelere sarılıyor, hasır sepetlerde ve karanlık odalarda kurutuluyor. Daha burada anlatamayacağım o kadar çok işlemden geçiyor ki...

Bir vanilya çubuğunun döllenmesinden satışına kadarki süre yaklaşık 3 yılı buluyor. Bunca emeğin karşılığı olarak da kilosu biraz pahallı; 400 avro'dan satılıyor.
Genelde aynı boy çubuklar hava almayacak şekilde ince tüplerde muhafaza edilip satışa sunuluyor.

Tüm adayı çepeçevre dolaştıktan sonra yine başkent Saint Denis'e geliyoruz. Bu kez sebze meyve hediyelik eşya vanilya ne isterseniz bulabileceğiniz samimi bir pazardayız. Sonrasında ise yerel bir restorantta...
Öğle yemeğinin ardından 230 km uzaklıktaki Mauritus'a geçmek üzere havaalanına gidiyoruz.

Sonuç olarak; zaman ve yer mefhumunu kaybettiğim bir yer oldu burası. Fransız şaraplarını yudumlarken vanilyalı sütlü tatlılarının tadı damağımda kaldı.
Hint Okyanusu'nda tropik bir adadaydık ama hava bir soğuk bir sıcak oldu. Uçsuz bucaksız sahillerini ancak seyredebildik denize girmek hayaldi.
Fransa'nın küçük bir kasabasında mıydım yoksa tropik bir adada mı dolaşıyordum inanın anlamakta zorlandım.
Bu durumdan rahatsız olduğum söylenemez. Çok ayrı tatlar aldığım dünyanın bir köşesindeydim işte...