UGANDA

Bu geziyi nasıl anlatmalıyım? Sadece Uganda'da gezip gördüklerimi mi yazsam yoksa geziye ek olarak başımıza gelen tatsız olayları da eklesem mi?
Gezi sırasında yaşadığımız aksaklıkları yazmak bana göre oldukça kişisel gelse de yaşadığımız olayların diğer gezi severlerin de başına gelebileceğini düşündüğümden, bu geziyle ilgili iyi kötü ne varsa her şeyi yazmaya karar verdim.
Hadi, şimdi... Bu satırları okurken benimle birlikte Uganda'ya uçmaya ne dersiniz? Evet diyorsanız başlıyorum.
''Yine, yeni, yeniden Afrikaaa...''diye diye Afrika'ya tekrar kavuşmanın sevinci içinde akşamüstü kalkacak ve bizi Uganda'ya götürecek olan THY uçağını bekliyoruz.
THY, bir süredir İstanbul-Entebbe uçuşlarını direkt olarak yapıyor. Havaalanında öğreniyoruz ki Entebbe uçuşuna Ruanda-Kigali seferi de eklenmiş. Daha öne 6,5 saat süren direkt uçuş, THY uçağının önce Kigali'ye uğramasından dolayı İstanbul-Entebbe arası uçuş mesafesi 8,5 saate çıkmış. Uçuşlar da karşılıklı olarak haftada dört kez yapılıyormuş.
''Allah Allah ne iş? Haftanın dört günü oralara gidecek kaç kişi bulacaklar da uçağı dolduracaklar?'' diye düşünürken, ''Uçağa Gidiniz'' anonsu yapıldığında tahminimin üzerinde bir kalabalığın gidiş kuyruğuna girdiğini görüp yanıldığımı anlıyorum.
Bizi Uganda'ya götürecek olan uçağı gördüğümde ise, ''Bu ne?'' demekten kendimi alamadım. Çünkü; yolcularını almaya başlayan uçağın, kısa mesafe uçuşlarda kullanılan uçaktan hiçbir farkı yoktu.
''8,5 saat biz bu uçakla mı uçacağız?''

6,5 saat sonra Ruanda'nın başkenti Kigali'ye inen uçağa yakıt takviyesi yapılıyor. Bu ara, uçağın çalışmayan klimalarının sebebi de ''yakıt azlığından mıydı?'' diye düşünmeden edemiyorum. Uçak, havaalanında beklerken uçağın içi de öylesine bunaltıcı oluyor ki Allah'tan  uçağın ön kapısı açıkmış da hava almaya oraya çıkıyorum. Afrika'nın kokusunu alınca da uçağın dar koltuk aralarının sıkıntısından ve çalıştırılmayan klimaların bunaltıcı etkisinden çabuk kurtuluyorum.
Yolcuların bir kısmını Kigali'de bırakan uçak, tekrar havalanıyor. Nihayet, toplamda 8,5 saat süren yolculuk sonrasında Uganda-Entebbe Havaalanına iniyoruz. Bu ara saatler de gece yarısı 3'ü gösteriyor.
Uzun bir yolculuk sonrası bir an önce valizleri alıp havaalanından çıkmak için sabırsızlanırken...
O da ne? Grubumuzu oluşturan on üç kişiden sadece üç kişinin valizi geliyor, gerisi yok! Şaka gibi...
Neyse, ilk şoku atlattıktan sonra bir de bakıyoruz ki uçak yolcularının neredeyse dörtte birinin valizi gelmemiş. Havaalanında tam bir curcuna yaşanıyor. Anlaşılan uçak yakıttan tasarruf edebilmek için bizim valizleri ekip öyle uçmuş.
Allah'tan fotoğraf makinem yanımda, tabii ki pasaport ve para da... Bunların dışında ihtiyacımız olan her şey gelmeyen valizlerde!
Gece yarısı üç saat daha havaalanında kalıp kayıp valizler için tutanak tutturuyoruz.(Afrika'da işler hızlı yürümüyor) Sonunda sabaha doğru moralimiz bozuk bir biçimde Entebbe Havaalanı'ndan ayrılıyoruz. Ve bu havaalanı ile ilgili benim hikayem burada bitiyor.

Ancak Entebbe Havaalanı'nın 1976 yılında yaşanan ve unutulmayan bir hikayesi var. Biraz geriye giderek kısaca konuyu özetlemeye çalışayım.
Uganda'nın eski diktatörü İdi Amin'i neredeyse tanımayanımız yok gibi. 1971 yılında askeri bir darbe ile başa gelen İdi Amin, iktidarının ilk yıllarında Amerika, İngiltere ve İsrail'in desteğini almış. Kısa bir süre sonra saf değiştirip -diktatöre sual olmaz- bu sefer Sovyetler Birliği ve Libya tarafına geçmiş. Hatta Kaddafi ile de çok  iyi iki arkadaş olmuşlar.
1976 yılına gelindiğinde ise İsrail-Fransa seferini yapacak olan -içinde ağırlıklı olarak Yahudi yolcuların bulunduğu- uçak, Filistinli gerillalarca kaçırılarak Entebbe Havaalanı'na indirilir. Uganda'da kendilerini destekleyen bir rejim olduğunu bilen Filistinli gerillaların istekleri ise İsrail hapishanelerinde tutuklu bulunan arkadaşlarının serbest bırakılmaları olur.
Bir haftaya yakın İsrail devleti ile pazarlıklar sürer. Uzun pazarlıklar sonucu oyalama taktiğine giren İsrail, bir anda İdi Amin'in koruması altında bulunan Filistinli gerillalara karşı oldukça başarılı bir operasyon yapar. Filistinli gerillalar ve onları koruyan 45 Ugandalı asker öldürülür. Rehinelerin bir tanesi hariç diğer hepsi kurtarılır ve tüm bu olan biten bir saat içinde gerçekleşir.
İsrail tarafından kahramanlık öyküleriyle de süslenen bu baskın, gerçek odur ki şimdiye kadar dünyada en çok ilgi gören operasyonların başını çekmiş. Entebbe olayı ile ilgili kitaplar yazılmış, filmler çevrilmiş.
Sonuç olarak ''Entebbe Baskın'' hikayesinin yanında benim valiz hikayem devede kulak kalır diyorum ve bu havaalanı hikayesini burada kapatıyorum.
Geziye devam:)

Havaalanı çıkışında ''Merit Safaris''in araçları bizi bekliyordu. Dörder kişi bir araca binerek -son Afrika gezisinde tanıştığımız Gökhan ve Gaye'de bizim araçtalar- başkent Kampala'ya doğru yola çıkıyoruz.
Önce, eğer havaalanından erken çıkmış olsaydık geceyi geçireceğimiz otel olan ''Cassia Lodge''a geliyoruz.

'Dostlar alışverişte görsün' misali, odalara çıkıp elimizi yüzümüzü yıkadıktan sonra odadan ayrılıyoruz. Bu otelde kaldık mı kaldık:) Kahvaltıyı da bu otelde alıyoruz. O sırada gruptan bir arkadaş, ''Odalara çıktığınızda şampuan ve sabunları toplasaydınız,'' diyor.
''Ne gerek var?'' diyorum.
''Siz beni dinleyin pişman olmazsınız.'' diyor.
Nasılsa odalar hala bizim deyip tekrar odalara çıkıp sabun ve şampuanları çantaya atıyoruz.

Uganda, gölleri ve akarsuları ile ünlü. Gittiğimiz iki şehir, Entebbe ve Kampala Viktorya Gölü kenarında konumlanmış.
Viktorya Gölü'nü ilk olarak Tanzanya'da görmüş, hatta küçük bir balıkçı kayığıyla gölde gezintiye bile çıkmıştık. Kısa bir süre sonra gölün Uganda ayağındayız. Afrika fena çekiyor:)
Otelden ayrılmadan Kampala'nın en güzel manzara fotoğraflarını alıyorum. Bu fotoğraf sakın sizi aldatmasın. Gerçek Kampala bu görüntüden çok uzakta... Gerçek derken, şehir içinden bahsediyorum. Buraları Kampala'nın daha kenar kısımları.

Uçaktan valizler çıkmayınca program değişiyor. Safari yapmak yerine rotayı başkent Kampala'ya çeviriyoruz. Temel ihtiyaç malzemeleri için alış veriş yapmamız gerekiyor.
Yolumuzun üzerinde bulunan Kibuli Cami'sine giriyoruz. Uganda'nın en büyük ikinci camisiymiş. Temellerini İdi Amin atmış ancak caminin bitişini görmek ona kısmet olmamış.
Bu ara belirtmeliyim ki, Uganda nüfusunun %12'sini Müslümanlar oluşturuyor.

Kampala'nın en modern kesimine geliyoruz. Bütün devlet daireleri, bankalar bu küçük alanda toplanmış. Gideceğimiz alışveriş merkezi de burada. 
Önce bir döviz bürosuna uğrayıp Uganda şilingi alıyoruz. 1 USD = 2.447 UGX (Uganda şilingi) yapıyor.
Uganda'da USD ile alış veriş yapmak çok zor. Satıcılar genelde dolar almak istemiyor. Eğer alırlarsa da ellerinde hesap makinesi; çarpıp bölüyorlar, olmadı bir daha hesaplıyorlar, kafaları karışıyor bir daha bir daha derken... O kadar zaman kaybediliyor ki, dolar verdiğinize pişman oluyorsunuz. 
Ayrıca bozdurmak istediğiniz USD'nin basım tarihi 2003 yılından öncesine ait ise bu paranın bu ülkede hiçbir geçerliliği yok. Eski basım doları bahşiş olarak bile kabul etmiyorlar. Genelde tercih ettikleri 2006 yılına ait USD. 
Ancak dediğim gibi elinizdeki dolarlar yeni basım da olsa en iyisi harcayacağınız miktarı şilinge çevirip alışverişi bu parayla yapmanız en doğru seçenek.

Uganda şilinglerini cebimize koyduktan sonra rotamız belli:) Zaruri ihtiyaçlarımız için Kampala'nın en büyük alışveriş merkezine geliyoruz. Bana göre iki katlı bir mağazadan farkı olmayan binanın alt katından diş fırçası ve macunu, deodorant, saç fırçası, sabun ve benzeri ihtiyaçlarımızı alıyoruz. 
Benim asıl dertlerimden biri de valizin içinde giden makyaj malzemelerim olduğundan, mağazanın alt katını en aşağı üç kez deli gibi turlamama rağmen makyaj malzemesini anımsatacak en ufak bir ize bile rastlamamanın hayal kırıklığı ile mağazanın bir üst katına çıkıyoruz.
Üst kat tamamen giyime ayrılmış. Bayan reyonunda genel olarak yerel elbiseler satıldığından dolayı tercihimi erkek reyonundan yana kullanıyorum. Burada da kendime uygun ancak iki t-shirt bulabiliyorum. 
Bu alışverişten hiç memnun değilim ama başka çarem yok!

Neyse sonunda sıkıcı alışveriş işleri bitiyor, gecikmeli de olsa Uganda turuna başlıyoruz.
Yukarıya, başkent Kampala'nın modern yüzünü gösteren bir fotoğraf koymuştum. Bu üstteki fotoğraflar da yine Kampala'dan, ancak başkentin farklı bir yüzü...
Kampala'nın sözlük anlamı ''İmpala Tepesi'' demekmiş. Bu ismi, avlanmayı çok seven eski Uganda krallarından biri koymuş.

Türkiye'nin üçte bir yüzölçümüne sahip olan ülkenin nüfusu otuz beş milyon civarında. Kentlerde oturanlar ise toplam nüfusun ancak yüzde onunu oluşturuyor. Nüfus genelde kırsal bölgelere yayılmış.
Ülkenin resmi dili Swahili ve İngilizce... Durum böyle olmasına rağmen birçok Afrika ülkesinde kullanılan Swahili dilini Ugandalılar, -resmi dilleri olmasına rağmen- kullanmayı sevmiyorlar. Çünkü Swahili dili onlara, İdi Amin dönemini hatırlatıyormuş. 
Diyeceksiniz ki, ''Swahili dilini kullanmıyorlarsa o zaman hangi dili kullanıyorlar?'' Aynı soruyu bizde aracımızı kullanan, Ugandalı bir Müslüman olan Faruk'tan öğreniyoruz.
Uganda'da yaygın olarak Luganda dili kullanılıyormuş. Zaten Uganda; Gandalıların yaşadığı yer anlamına geliyormuş. Luganda da tabii ki Gandalıların dili demek oluyor. 

Kampala'nın yaklaşık 180 km kuzeyinde bulunan Ziwa Gergedan Barınağı'na geliyoruz. 
Soyu tükenmekte olan gergedanların tüm dünyada beş türü kalmış. Bu türlerin üç tanesi Asya'da, diğer iki türü Afrika'da yaşıyor. Afrika'da yaşayanlar beyaz ve siyah gergedan olarak sınıflandırılmış. Bu gergedanların türü renklerine göre ayrılmış gibi dursa da gerçek öyle değil. Yani, beyaz gergedan beyaz değil, siyah gergedan da siyah değil. İki türün de renkleri aynı, iki tür de gri renkte... 
''Bu niye böyle olmuş?'' derseniz; kara kıtada yıllar önce İngilizceyi yeni yeni konuşmaya başlayan yerli halkın ağızları geniş olan beyaz gergedanlar için kullanılan wijd  sözcüğünü yanlış anlayarak white olarak çevirmelerinden kaynaklandığı sanılmakta.
20. yüzyılda sayılarının %96'sını kaybeden gergedanların soyunu hızla tüketen sebeplerin başında yine biz insanlar geliyoruz. Gergedanların boynuzlarına takmış bir insanoğlunun karşısında hangi gergedan durabilir ki? Kimi bu boynuzları hançer sapı yapımında kullanmış, kimi afrodizyak olarak tercih etmiş, kimi de grip ilacı olarak... 
Sonunda bakmışlar ki olacak gibi değil ziyaret ettiğimiz bu doğal parkı içindeki gergedanlarla birlikte korumaya almışlar.
Ziwa Gergedan Barınağı'nın belli bir yerine kadar araçlarla geliniyor. Bundan sonrasında ise gergedanlar yürüyerek aranıyor. 
Araçlardan indiğimiz yerde bizi silahlı korucular karşılıyor, onların önderliğinde yola koyuluyoruz.
Bir süre sonra yeşillikler arasında sevimli gergedanlar göründüğünde o kadar heyecanlanıyoruz ki, tehlikeli olabileceklerini bile unutup yanlarına kadar gidip fotoğraf çekmeye çalışıyoruz. Bakıyorum korucular sinirleniyor. Aralarında yüksek sesle konuşmaya başlayıp el kol hareketleriyle bizleri gergedanlarımızdan uzaklaştırıyorlar:)
Aslında adamlar haklı. Durum şöyle; gergedanlar her ne kadar sakin ve hantal görünüşlü olsalar da bir tehlike anında onlardan beklenmeyen bir biçimde ataklaşıp saatte 40 km'yi bulan bir hızla hareket edebiliyorlar. Biz insanların ise en fazla saatte 10 km'yi bulan hızımızla bu dev cüsselilerden kaçabileceğimizi düşünmek ne kadar gerçekçi olur? Varın siz düşünün.

Akşama doğru Uganda'nın kuzey batı kesiminde kalan Murchison Ulusal Parkı'na giriyoruz. Gece konaklayacağımız otele gitmek için parkı ikiye ayıran Nil Nehri'nden geçmek gerekiyor. 
Afrika'ya hayat veren Nil Nehri'nin doğuş yeri bu coğrafya... 
Güneyden kuzeye doğru akan Nil'in üç ana dalı var. Bu dallar birleşerek sonunda Nil Nehri'ni oluşturuyor. Nehrin en uzaktaki kaynağı Burundi'deki ''Doğu Afrika Göller'' bölgesinden doğuyor; Tanzanya, Ruanda ve Uganda sınırlarını oluşturarak Victoria Gölü'ne katılıyor. Nil Nehri, asıl bu gölden çıkarak Victoria Nili'ni oluşturuyor daha sonra Albert Gölü'nden geçerek Albert Nili olarak yoluna devam ediyor. 
Bizim üzerinden geçtiğimiz nehir de işte bu Albert Nili...

Murchison Ulusal Parkı içinde konakladığımız ''Para Safari Lodge''dayız. İstanbul'dan yola çıktığımızdan beri ilk olarak dinlenebildiğimiz yer burası oluyor.

Murchison, Uganda'nın en büyük ulusal parkı olarak geçiyor. Sabah erkenden bu park içinde safariye çıkıyoruz. Ulusal parkta ''beş büyük''ün dördü olarak bilinen; bufalo, fil, aslan ve leoparın olduğu söylense de aslan ve leopara bu parkta rastlamıyoruz.
Hayvan çeşitliliğinin ve sayısının neden bu kadar az olduğunu bizim araç sürücüsü Faruk'a sorduğumuzda ise olayı yine İdi Amin'e bağlıyor. ''Onun zamanında, onun askerleri bu hayvanların çoğunu avlayarak telef ettiler,'' diyor.

Uganda'nın Demokratik Kongo Cumhuriyeti ile uzun bir sınır komşuluğu var. Murchison Ulusal Parkı da tam Kongo sınırında... Hala iç savaşın sürdüğü Kongo, tehlikeli bir ülke. 
Faruk'un dediğine göre; Kongo sınırından Uganda'ya geçen gerillalara önlem olarak Murchison Parkı'nın içinde beş bin Uganda askeri görev yapıyormuş. Beş bin asker -sayı olarak- bana biraz abartılı gelse de aksini ispat edemeyeceğim için susuyorum.
Sadece, ''Bu askerler nerede saklanıyor? Ortalıkta hiç asker yok,'' diyorum. 
''Hiçbir turist onları görmez. Turizm bizim için çok önemli! Sizin çalı olarak baktığınız çoğu yerin arkasında askerler var.'' diyor. Ve ekliyor, ''Kongo'dan Uganda tarafına geçen filler bile çok stresli ve sinirlidir. O ülkede bu hayvanlara bile rahat yüzü yok!''

Öğleden sonra Murchison Şelalesi'ne gitmek üzere ufak bir tekneyle Nil Nehri'ne açılıyoruz.

 Hipopatomların arasından,

Dev timsahların yanından...

 Rengarenk kuşları seyrederek ilerlerken...












Hava birdenbire bozuyor. Nereden geldiğini anlamadığımız kara bulutlar tüm gökyüzünü kaplıyor. Gök gürültüsünün şiddetinden kuşlar peş peşe havalanırken öyle şiddetli bir yağmurun ortasında kalıyoruz ki...
Tekne sahibinin bu duruma alışkın olduğu belli, hemen teknenin yan branda örtülerini indiriyor, tekneyi daha sakin bir koya çekiyor. Çekiyor çekmesine ama yağmurun şiddetinden kuru kalmak ne mümkün? Bir de üstüne bizim gibi tek bir pantolonla bu geziyi sürdürüyorsanız bu ıslanma adama fena koyuyor.

Neyse, ekvator yağmuru çabuk geldiği gibi aynı hızla geçiyor. Bu sefer Murchison Şelalesi'ne -ya da İdi Amin tarafından ismi değiştirilen Kabarega Şelalesi'ne- odaklanıyoruz.
Şelale; tepede 7 metreye kadar sıkışıp 43 metre boyunca aşağı düşerken tam bir görsel şölene dönüşüyor.
Uganda'nın akarsu ve gölleriyle neden bu kadar ünlü olduğunu bu el değmemiş doğal güzellikleri görünce anlıyoruz.

Ve dönüş yolu... Yine çok mutlu olduğum günlerden birini bana yaşattığı için Tanrı'ya dua ediyorum.

Ertesi gün Uganda'nın güneyine doğru yola çıktığımızda, Faruk'a -yolun uzun olduğunu tahmin ederek-soruyorum; ''Bir sonraki otelimize kaç saat sonra ulaşabiliriz?''
''On iki saat sonra,'' diyor.
Aman Tanrım! Bu kadarını da beklemiyordum:)
''Pekiii, bu on iki saat boyunca hep toprak yolda mı gideceğiz?''
''Evet'' diyor. Artık daha fazla soru sormuyorum:)
Evet, tahmin edildiği gibi toprak ve engebeli bir yolda, amortisörleri bozuk eski bir dört çekerin içinde bunca saat yol almak çok cazip gibi görünmese de bizler halimizden hiç şikayet etmedik.

Kırmızı toprak yolda ilerlerken çocukları okullarına gönderdik. Köylerden geçerken tarlada çalışanlara el salladık.

Bahçesinde çeşit çeşit hayvanlar dolaşan okullar gördük. Okul çocuklarının çoğu yalınayak okula gelseler de üst başlarının ne kadar temiz ve tertipli olduğu dikkatimizi çekti.

Belki de Afrika'nın en verimli topraklarını Uganda'da gördük. Her yerden adeta bereket fışkırıyordu. Hatta denilen o ki; kara kıtada sadece Uganda ekilip biçilse buradan çıkan ürün tüm Afrika'ya yeter.
Eskiden İngiltere'nin sömürgesi olan Uganda'ya Churchill bile 'Afrika'nın İncisi' adını takmış ve bu topraklara yurt aradığı Yahudileri bile yerleştirmeyi düşünmüş. Hatta bir kısım Yahudi, bu topraklara yerleşip buraları ekip biçmeye bile başlamış. Ancak aslanlar bir taraftan, masailerin mızrakları öbür taraftan derken bakmışlar ki Yahudiler bu topraklarda yapamayacaklar daha sonra onları şimdiki topraklarına, yani Filistin'e yerleştirmişler.

Öğlene doğru Albert Gölü kenarındaki bir balıkçı köyüne geliyoruz. Sahil oldukça canlı; sanki köy hepten boşalmış da sahile inmiş gibiler.
Kayıkların kimi gölde, çoğu kayık da kıyıya çekilmiş. İnsanların kimi çamaşır yıkıyor, kimi göl suyunda yıkanıyor, diğer tarafta bir kısım kadın da tutulan balıkları kurutmak için onları kızgın güneşin altına seriyor, beri tarafta ise çırılçıplak göle girip çıkan çocuklar var.

Sonra sahilden ayrılıp başlarının üstündeki kovalarda kurutulmuş balıkları taşıyan kadınların peşine takılıp köyün içine giriyoruz. Köyün içi tahminimin aksine boş olmadığı gibi ticari hayatın da renkli olduğu bir yer çıkıyor. Nasıl mı?

Dediğim gibi; köy inanılmaz kalabalık! İnsanlar galiba evlerini sadece uyuyacakları zaman kullanıyor.












Köyün girişinde bir benzin istasyonu dikkati çekiyor. Bu arada geçen yıl Albert Gölü ve civarında Afrika'nın en zengin petrol yatakları bulunmuş. Şimdiden çok uluslu şirketler Uganda'da cirit atmaya başlamışlar bile.
Ülkede elektrik büyük problem, çoğu yerde hala yok! Bazı yerlerde elektrik, jeneratörlerde üretiliyor. Aynı, telefonlara şarj yapıp hizmet veren bu küçük dükkanda olduğu gibi...

Köy meydanında bulunan giysi mağazalarına da göz atmadan geçmiyoruz. Harbi alıcıyım.
Hala valizlerden ses seda yok! Kampala'dan aldığımız bir kaç parça giysi idareli kullansak da tükenmek üzere...

Sonra, köyün manavına...

Daha sonra eczanesine...

Bakkalına...

Ve kuaförüne uğruyoruz.
Bu fotoğrafları çekebilmek için objektifime takılan her kişiden izin alıyorum. Çünkü; izinsiz çekilen her fotoğraftan oldukça rahatsız oluyorlar ki, çok haklılar.
Bir ikincisi, beyaz insanı hala bir tehdit unsuru olarak görüyorlar, emrivaki yapılan her şeye sinirleniyorlar. Bu durumda onları kınamıyorum, mutlaka haklı bir sebepleri var diye düşünüyorum. Örneğin; köy çıkışında büyük bir çadır ve önünde sıraya girmiş kalabalığı görünce bizimkilerden bazıları fotoğraf almaya kalkıyor. Biraz sonra polis olduğunu düşündüğüm birkaç görevli gelip fotoğraf çekenlerin kimliklerini istiyor. Bu arada ufak bir tartışma da yaşanıyor. Sebebine gelince; çadırın önünde sıraya girenler AIDS testi yaptırıyormuş. Haklı olarak bu görevliler ve köy halkı onları fotoğraflamamızı istemiyor.

Akşama doğru Fort Portal ya da diğer adı Kabarole olan kente geliyoruz. Kentin girişinde bizi Kaddafi'nin evi karşılıyor. Kaddafi'nin eşi hala burada yaşıyormuş. Son zamanlara kadar Kaddafi de bu eve sık sık gelir gidermiş.
Uganda ile Libya'nın dostluğu çok eskilere, İdi Amin zamanına dayanıyor. Sırası gelmişken İdi Amin'den burada biraz bahsetmeliyim.
Bu diktatörün bana göre en büyük özelliği çok çılgın olması. Gerçi çılgın olmayan bir diktatör var mı? Ben bilmiyorum ama bu İdi Amin'in çılgınlığı bir başka... Yamyam olmasından tutun da, beyaz iş adamlarını kölesi yapmasına kadar hakkında yazılıp çizilen o kadar çok şey var ki... Gerçi bu bilgilerin hangisi doğru, hangisi yanlış, onların değerlendirmesini ben yapamam ama ateş olmayan yerden de duman çıkmıyor.
Ancak meraklılarına ya da seyretmeyenler için İdi Amin'in hayatını anlatan bir film önerebilirim. ''The Last King of Scotland'' 2006 yılı yapımı film Oscar'a da aday olmuş. Filmde; İdi Amin'i canlandıran Forest Whitaker performansı ile Akademi Ödülü'ne layık görülmüş. Tamamen gerçek kişi ve olaylara dayanan film belgesel niteliğinde.

Söylentileri bir kenara bırakıp gerçek bilgilere dönersek;
Müslüman bir ailenin oğlu olan İdi Amin, İngilizlerin sömürge ordusuna en alt kademeden katılmış. Hiçbir eğitimi olmayan İdi Amin, İngiliz ordusunda hızla yükselerek subay rütbesi alan birkaç Ugandalı askerden biri olmuş.
1962 yılında Uganda bağımsızlığını İngilizlerden alınca devlet başkanı seçilen Apolo Milton Obote ile yakın dostluk kurmuş. Obote onu ordunun başına getirmiş  Daha sonra Obote'yi yerinden edip 1971 yılında yönetimi ele geçirerek ''Ömür boyu başkan benim,'' demiş. Ancak Entebbe Baskı'nı sonrasında gittikçe kan kaybeden İdi Amin'in diktatörlüğü 1979 yılına kadar sürmüş. Onun zamanında 300 bine yakın Ugandalının öldürüldüğü söyleniyor.

Neyse, siyaseti bir kenara bırakıp biz yine gezimize dönelim.
Yukarıdaki fotoğraf Fort Portal'in merkezi. Burası Uganda'nın büyük şehirlerinden birisi. Akşam konaklayacağımız otel de yine bu şehirde.
On iki saatlik yorucu bir yolculuktan sonra geceleyeceğimiz otel''Ataco Country Resort''a geliyoruz. Öyle otelin adında "Resort" falan olduğuna bakmayın ortalarda ineklerin dolaştığı garip bir yer burası. Herkes yanlış bir yere geldiğimizi sezinledi ama yorgunluktan kimsenin konuşmaya hali yok! Odalara dağıldık. En büyük ihtiyacımız tabii ki duştu. Odaya girdiğimizde kontrplak ile ayrılmış bölümün banyo olduğunu anladık. Duş teknesinin yerinde ise bir leğen duruyordu.
''Olsun burası Afrika'' dedik. Dedik de keşke sıcak bir su ya da bir sabun bulabilseydik. Yatak çarşaflarının da temiz olmadığını görünce bizim gibi gruptakiler de odalarından bir bir dışarı fırlamaya başladı. Ufak bir isyan dalgasının arkasından hemen oteli terk ettik.
Artık iyiden iyiye karanlık çökmüştü, biz tekrar yeni bir otel aramak üzere Fort Portal'e girdik. Şehirde yanan tek bir elektrik ampulü yoktu desem ne dersiniz?
Her yerde kullanılan tek ışık kaynağının mum olduğunu ve az aydınlatılmış karanlığın içinde bir o kadar da insan kalabalığını düşünün.
Aman Tanrım! Gölgelerin gücü adına:)))

Gece konaklayacağımız güzel bir otel bulundu.
Ertesi gün kayıp valizler için tekrar mailler yazıldı, telefon görüşmeleri yapıldı. Baktık ki, durum pek iç açıcı değil, valizlerden ümidi kestik.

Ümidiniz kalmazsa çare daha kolay bulunuyor. Fort Portal büyük bir şehir dedik ve ihtiyaçlarımızı karşılamak için alışverişe çıktık. Herkes bir dükkana dağıldı.  Amaç sadece üzerimize geçireceğimiz temiz bir şeyler bulmaktı. Seçici olmayınca zorlanmadık. Zaten seçebileceğimiz bir şey de yoktu. Düşünün bit pazarı buradan daha hallice:) Tabii bu ara THY'na da iyi dileklerimizi gönderdik.
Zorunlu ilaçları almak için önümüze çıkan ilk eczaneye girdik. İlaçların etken maddelerine bakarak muadillerini bulduk ve ilaçların burada kutuyla değil tek tek tabletler halinde satıldığını gördük.
Son olarak Hintli birinin işlettiği bir markete girdik. Derme çatma küçük bir yerdi ama ben o dükkanda ruj buldum. Bir sevindirik oldum ki sormayın gitsin. Yarım dolardan daha az bir paraya aldığım rujumu hemen sürdüm. Yağlı, etrafa bulaşmaya meyilli berbat bir üründü ama olsun:)

Öğleden sonra Kibale Milli Parkı'ndaydık. Önce yemek yedik. Bu park Uganda'nın yağmur ormanları bölgesinde yer alıyor. Muazzam manzaralarla dolu olan park, hem ova hem de dağ ormanlarını içine alan nadir bölgelerden biri, aynı zamanda Uganda'nın da en önemli eko-turizm ve safari bölgesi sayılıyor.
325 kuş çeşidine de ev sahipliği yapan bu ormana asıl geliş amacımız ise insanoğlunun genetik olarak en yakın akrabaları sayılan şempanzeleri doğal ortamlarında görmek.

Ormana elinizi kolunuzu sallayarak giremiyorsunuz. Mutlaka 4-6 kişiye bir korucu veriliyor.
Adı üzerinde yağmur ormanlarına girileceğinden bu bölgenin yağmuru da bol. Özellikle yağmur yağdıktan sonra ortaya çıkan bir karınca türünden bahsetmişlerdi ki, bu karıncalardan korunmak amacıyla tozluk ve bot giymemiz gerekiyordu ama hepsi valizlerde gidince biz de paçalarımızı bağlayarak ormana girdik.

Uzun bir yürüyüşten sonra ilk şempanze ailesine rastlıyoruz. Ormandaki ağaçlar o kadar sık ki, güneş ışığı yaprakların ve dalların arasından zor süzülüyor. Şempanzelerin fotoğraflarını çekerken flash kullanmak da yasak olunca; ortaya, yukarıda görüldüğü üzere pek de güzel olmayan fotoğraflar çıkıyor.

Şempanzelerin peşinde gezerken saatlerin nasıl geçtiğini anlamıyoruz ama yolumuz daha uzun. Güneye inerken muhteşem manzaralı volkanik göllerden, muz bahçelerinden ve köylerden geçiyoruz.

Akşam, hava iyice kararıyor ve bizler hala yollardayız, gece kalacağımız Queen Elizabeth National Park'a doğru yol alıyoruz.
Yolun gidiş ve geliş yönünde yer alan bu beton ekvator yazılarını görünce araçları durdurup fotoğraf çektirmek istiyoruz.
Ekvator çizgisinin üzerinden çok geçtik ama böylesine hiç ayak basmamıştık.
Fakat ortalık zifiri karanlık... Hal böyle olunca fotoğraf çekmek de çok zor oluyor. Biz de araç farlarından yardım alıp birer ikişer ekvator yazılı betonun önünde poz verdikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Artık Güney Yarım Küre'deyiz.

O gece Queen Elizabeth National Park'ın içindeki Mweya Safari Lodge'da geceledik. Aman hayvanlar kaçımasın diye de sabah güneş doğmadan safariye çıktık.
Yazık, Faruk bize bir şeyler gösterebilmek için çırpınıp dursa da sonuç hayal kırıklığı oldu; birkaç impala ve filin dışında pek bir hayvan göremedik.

Mweya Safari Lodge, Uganda'da kaldığımız en iyi oteldi. Tabii sivrisineklerini saymazsam. Ama istesem de yok sayamam. Ben bu kadar çok sineği başka hiçbir yerde görmedim.

Mweya Safari Lodge'nin konumu da çok iyiydi. Aşağıda yine sömürge döneminden kalan isimleriyle Edward ve George gölleri uzanıyordu. Sanıyorum bu göllerde gelişen sivrisinekler de konaklamak için kaldığımız oteli tercih ediyordu.

Öğleden sonra ufak bir tekneyle George ve Edward Gölü'nü birbirine bağlayan Kazinga Kanalı'nda safariye çıktık. Belki de Afrika'nın en etkileyici sahnelerine burada tanık olduk.
Tekne güzeldi, her tür içecek vardı. Kaptan atıştırmamız için ufak kanepeler hazırlatmıştı. Hava güzeldi. Hayvanlar doğal ortamda olmalarından dolayı muhteşemdi.
Sırtımızı teknenin rahat koltuklarına yasladık, bitmesini istemediğimiz bir filmi izler gibiydik.

Sazlıkların arasında serinlemeye çalışan anne ve yavru hipopotam,

Birbirlerine su püskürten fil ailesi,

Rengarenk kuşlar...

Timsahla arkadaş olan kuşlar... Bu filmin baş aktörleriydi.



Ertesi gün Ruanda sınırına doğru yol alırken Rift Vadisi'ni yakından görme fırsatını yakaladık.
Aslında Rift Vadisi'ni hepimiz biliyoruz ama ismini Rift Vadisi olarak değil!
Onu, Doğu Afrika fay hattı olarak ya da dünyanın en büyük fay hattı olarak biliyoruz. Bu fay hattının bir ucu da güneyde sınırlarımıza -Hatay-Amik Ovası'na- kadar dayanıyor.
Çökme kırığı sonucu oluşan vadinin oluştuğu yerlerde haritada da görüldüğü gibi birçok volkanik göller oluşmuş. Göllerin yanı sıra volkanik dağlar süslemiş bu coğrafyayı. Tabii ki ilk insanın çıktığı bölge de burası. Burası hayatın gerçek kaynağı gibi...

Ülkenin güneyine indikçe refah seviyesi artmaya başladı. Bunu en çok binaların boyalarından anlamak mümkün.
Kuzey Uganda'nın güneye göre daha geri kalmasındaki en büyük etmen olarak da Sudan ve Uganda arasındaki savaşı gösteriyorlar.

Genelde zengin ve bereketli topraklara sahip olan Uganda'nın güney kesimindeki dağlık bölgelerde çay bile yetiştiriliyor. Sanki burası Afrika değil de Karadeniz!

Öğle saatlerinde Ruanda sınırına yakın Bunyonyi Gölü'ne ulaşıyoruz. Bu göl Uganda'da görmek istediğim yerlerin başında geliyor.
Ayrıca sabahtan beri bildiğimiz bir şey var ki, o da valizlerin Entebbe Havaalanı'na ulaşmış olduğu ve yerel firmanın, valizleri Bunyonyi Gölü civarındaki öğle yemeğini alacağımız restoranta getirecek olması.
''Off harika bir gün,'' diye düşünürken, -fazla uzatmadan sonuca geleyim- restorana girdiğimizde grubun valizlerinin gelmiş, ancak bizim valizimizin hala kayıp olduğunu öğreniyoruz.
''Şinanay da şinanay...''
''Eh! THY ben seni ne yapayım?''
''Bu sinirle bırakmış olduğum sigaraya tekrar mı başlasam?''
''Hayalini kurduğum Bunyonyi Gölü'nün tadını da çıkaramadım.''
''Halbuki böyle aksilikler beni pek bulmaz ama...'' gibi düşünceler ve daha buraya yazamadıklarımla beraber bir süre daha öfke nöbetim ve sıkıntımla savaşıp onları her zamanki gibi yine yenip...
''Nerede kalmıştık?'' diyorum:)

Evet, Bunyonyi Gölü'nde kalmıştık. Yukarıdaki fotoğraf bana ait değil, gölü anlatabilmek için koydum.
Benim niye böyle bir fotoğraf çekemediğime gelince... Çünkü gölün bu kısmına geçemedik, gölde safari yapamadık ve pigmelerin yaşadığı bu adalara çıkamadık.
Neden mi? Ruanda sınırı saat 19:00 da kapanıyor da ondan.
Afrikalılar da zaman mefhumu nasıl yoksa Ruanda'da bunun iki üç misli daha da yok! Sınırdan geçebilmek ve işlemleri yaptırabilmek için en aşağı saat 16:00-17:00 gibi Ruanda sınırında olmamız gerekiyordu. Ve bizim sınıra kadar daha yolumuz vardı.
Neyse...
''Küçük kuşlar bölgesi'' olarak da bilinen Bunyonyi Göl'ü, deniz seviyesinden 1962 metre yükseklikte bulunuyor. 25 km uzunluğundaki gölün en geniş yeri 7 km. 900 metreye kadar inen derinlik seviyesiyle, Afrika'nın ikinci en derin gölü olma özelliğine sahip.
Doğu Afrika fay hattında bulunan gölde içerdiği gaz nedeniyle balık yaşamıyor, ancak ahtapotu çok ünlü.
Gölde 29 tane minik ada var. Bu adalar; kısa boyları nedeniyle ''Batwa'' adını alan Orta Afrika Pigmeleri'ni barındırıyor.

Pigmelerden bahsetmişken Uganda'daki diğer halklardan da kısaca bahsedeyim.
Değişik kökenli halkların buluştuğu bir yer olan Uganda'da Bantu ve Nil dil gruplarına ayrılan kırk kadar etnik grup yaşıyor.
Uganda'nın güney, batı ve doğusunda yerleşmiş olan Bantuların büyük bölümü öteden beri yerleşik çiftçi topluluklar olarak daha üstün bir yer tutuyor. Asıl nüfusu da fiziksel olarak daha tıknaz görünümlü Bantular oluşturuyor. Nil halkı ise ülkenin kuzeyinde yerleşmiş, genelde hayvancılıkla uğraşan bir grup olarak azınlıkta kalıyorlar. Fiziksel görünüm olarak ince ve uzunlar. Sporcular genelde bu Nil halklarından çıkıyormuş.

Ruanda sınırına yaklaştıkça Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Ruanda'dan gelmiş olan 100 bine yakın mültecinin yaşadığı Birleşmiş Milletlere ait kampların da sayısı artıyor.
Ancak ilginç olan 200 bine yakın Ugandalının da ülkedeki gerilla hareketlerinden (Tanrı'nın Direniş Ordusu) dolayı Sudan, Kongo ve Ruanda'ya sığınmış olmaları.

Nihayet Uganda- Ruanda sınır kapısı Cyanika'ya geliyoruz. Gerçekten de dedikleri gibi fazla işlek olmayan sınırdan geçişimiz yine de iki saati buluyor. Faruk, zamanlamayı o kadar iyi ayarlamış ki, arkamızdan sınır geçişleri kapatılıyor. Biraz daha geç kalsak sınırda geceleyip sabahın olmasını bekleyecektik.

Sonuç olarak Uganda, bakir doğayı sevenler için cennet bir ülke. Ancak Uganda'da bulunan petrol yataklarının gelecek yıllarda bu bakir doğayı bozacağı da aşikar. O yüzden bu ülkeyi bozulmadan gezip görmek için biraz acele etmeli.