BOSNA HERSEK (Ağustos-2011)


Zagreb'den karayolu ile Sava Nehri boyunca Bosna Hersek'e doğru yola çıkıyoruz.
Heyecanlıyım. 
İlk kez aile büyüklerimin yaşadığı toprakları göreceğim.
Yol, inanılmaz güzel manzaralar arasında ilerlerken çocukluk günlerim aklıma geliyor. Evimizde konuşulan Boşnakçanın tınısı hala kulaklarımda. Boşnakçadan aklımda kalan ise sadece birkaç kelime...
Aslında Hırvat, Sırp ve Boşnaklar aynı dili konuşuyor. Tek fark alfabelerinde. Sırplar Kiril alfabesini kullanırken, Hırvat ve Boşnaklar ise Latin alfabesini kullanıyor.

Yeşillikler arasındaki bazen Sırp bazen Boşnak köylerinden geçiyoruz. Tabelalarda; köy ve kasabaların isimleri Kiril ve Latin harflerine göre yazılmış. Eğer Sırp yerleşim yerinden geçiyorsak tabelalarda; Boşnakların kullandığı Latin harflerinin karalanıp, sadece Kiril harflerinin bırakılmış olduğunu görüyorum. İçim bir an burkuluyor, görünen o ki ortada hala sancılı bir durum var.

Haritaya baktığımızda ise bu ayrı gayrılık çok daha net görülüyor.
Bu ülkedeki durumu biraz özetlersem, Bosna Hersek; Sırp, Hırvat ve Boşnakların hala birlikte yaşadıkları bir ülke.
Yugoslavya'nın dağıldığı yıllarda Slovenya ve Hırvatistan'ın bağımsızlığını kabul eden Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler, Bosna'nın bağımsızlığı için referandumu şart koşmuş, bunun üzerine referanduma giden Bosna Hersek, referandum sonuçlarına göre bağımsızlığını ilan etmişti. Ancak bu ülke sınırları içinde yaşayan Sırplar, referandum sonucuna itiraz edip Hırvat ve Boşnaklara saldırmaya başlayınca 1992 ve 1995 yılları arasında dünyanın uzun süre seyirci kaldığı, binlerce insanın katledildiği savaş yaşanmıştı.
Yugoslavya'nın bir bütün olduğu yani ülke olduğu yıllarda ordu Sırpların elindeydi. Böyle olunca ordunun tüm olanaklarını kendileri için kullanan Sırplar, öylesine büyük katliamlar yaptılar ki, sonunda dünya devletleri bu duruma daha fazla seyirci kalamayarak devreye girdi ve Dayton Barış Antlaşması yapıldı. Ama bir şartla... Cumhurbaşkanını bile görevden alabilecek yetkilerle donatılmış uluslararası bir konsey ülkeyi yönetecekti. 
Şimdi, ismi ''Bosna Hersek Federasyonu'' olan ülkenin içinde ayrı bir Sırp Cumhuriyeti var. Bu cumhuriyetin resmi başkenti Saray Bosna, fiili başkenti ise Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan Banja Luka'dır. Haritada da görüleceği üzere cumhuriyet içinde ayrı bir cumhuriyet kuran Sırplar, Federasyonu kuzey, güney ve doğudan tam olarak kuşatmış durumda...

JAJCE
Bosna Hersek'e geçtikten sonra ilk olarak Jajce kentine uğruyoruz. Dik çatıları ile ünlü bu şehirde; Hırvat, Sırp ve Müslümanlar birlikte yaşıyor.
Osmanlılar, 1463 yılında bu şehri almalarıyla kaybetmeleri bir olmuş. Şehir 1528 yılında tekrar Osmanlıların eline geçmiş. Bu zaman diliminde ise Jajce, Osmanlılara karşı Hristiyanların en büyük kalesi olmuş.
Bosna'nın toprakları akarsu ve nehirlerden zengin. Bu kentte bulunan Vrbas Nehri'nin Pliva Gölü ile birleştiği yerde bulunan şelale de görülmeye değer yerler arasında...

TRAVNİK
Sonra sırada Travnik var. Bosna eyaletinin başkenti olan bu şehir, Osmanlı İmparatorluğu zamanında devşirme vezirlerin yetiştiği yer olarak biliniyor. Şehirde, Osmanlılardan kalma olan kale ise tarihte Osmanlı Akıncılarının harekete geçme yeriymiş.
Travnik, iki saat kulesine sahip nadir şehirlerden biri. Ancak göğe yükselen minarelerinin sıklığı ile de sıralamaya girecek bir şehir.

Kent, tipik bir Osmanlı şehrine yakışacak şekilde türbeleriyle göz dolduruyor. Peyniri ile ünlü olan Travnik, aynı zamanda Nobel Edebiyat Ödül sahibi Ivo Andriç'in de doğduğu yer.
1706 yılında yapılan, günümüze kadar eğitimin aralıksız olarak sürdüğü Elçi İbrahim Paşa Medresesi de şehrin gezilecek yerleri arasında.

Suları ve söğüt ağaçları ile de meşhur olan kentin içinden geçen Laşva Nehri'nin kenarlarını köfteciler ve kafeteryalar doldurmuş.
Tarihte, buradaki söğüt ağaçlarının altında ne Osmanlı Paşaları oturmuştur, kim bilir... Bu şehri gezerken yine zaman tünelindeyim. Fatih Sultan Mehmet'in kurdurduğu söylenen bu şehrin sokaklarında dolaşmak gerçekten muhteşem!

Damak tadına düşkün biri olarak diyorum ki, burada yiyeceğiniz köftenin tadını unutamayacaksınız. Pidenin içine konan, doğranmış soğanla servis edilen köfteler, İnegöl köftesini aratmayacak lezzetteydi. Belki, daha da güzeldi diyebilirim.

Saray Bosna'ya yaklaştıkça dik çatılı, balkonlarında çiçekleri eksik olmayan, genelde iki katlı evlerden oluşmuş bakımlı köylerden geçmeye başladık.

Zagreb'den bu yana molalarla birlikte dokuz saate varan yolculuk; akarsular, yeşillikler ve birbirinden güzel manzaralar arasında geçiyor.
Yol boyunca arabaların plakaları dikkatimi çekiyor. Balkanlardaki ülkelerin araba plakaları ait oldukları şehrin ilk iki harfiyle başlarken, Bosna Hersek'de böyle bir durum yok. Arabaların hangi şehre ait oldukları belli değil. Bu ülkede şehirler Sırp, Hırvat ve Boşnaklar tarafından ayrı ayrı paylaşıldığından, sanıyorum böyle bir uygulamayla araba sahibinin hangi şehre ait olduğunu, dolayısıyla hangi etnik kökenden geldiğini gizlemek için böyle yapmışlar.

SARAYBOSNA
Saraybosna girişinde savaşın izleri tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriliyor. Yukarıda fotoğrafı görülen bina, savaş öncesi; yaşlı, düşkün insanların kaldığı bir yermiş.
Saraybosnalılar, ''İşte görün! Sırplar bu binayı bile bombaladılar'' diyebilmek için binayı restore ettirmeyerek yıkık dökük haliyle öylece bırakmışlar.

Şehrin içinde neredeyse kurşunlanmamış bir ev bile yok. Savaşın izlerini çoğu yerde kapatmaya çalışmışlar ama her şeye rağmen bu çirkin anıları tam silememişler.

Saraybosna'nın tam orta yerinde bulunan ünlü Latin Köprüsü...
Avusturya- Macaristan veliahdı Ferdinand, ayrılıkçı bir Sırp milliyetçisi tarafından 28- Haziran- 1914'de bu köprünün üzerinde öldürülmüş. I.Dünya Savaşı'nın fitilini ateşleyen bu olayı ders kitaplarından bilmeyenimiz yoktur.
Burada özellikle 28-Haziran tarihini belirtmek istedim. Bu tarihin Sırplar için ayrı bir önemi var. Nasıl mı?Sadece sekiz saat süren ve Osmanlıların galibiyetiyle sonuçlanan 1389'daki Kosova Savaşı'nın sonunda savaş alanını dolaşırken bir Sırp tarafından öldürülen I.Murat'ın ölüm tarihi 28 Haziran.
Bu tarihten tam 600 yıl sonra yine 28 Haziran 1989'da Sırp olan Eski Yugoslav Devlet Başkanı Miloseviç, Kosova Ovası'nda tam bir milyon Sırp toplayarak ülkeyi 10 yıl boyunca  iç savaşa sürükleyen konuşmayı da yine bu tarihte yapmış.

Modern binalarının yanısıra, Avusturya-Macaristan dönemine ait mimari yapıların da olduğu şehirde ağırlıklı olarak Osmanlı mimarisi hakim.
Miljacka Nehri'nin çevresinde kurulan kenti, yine bu nehrin üzerine yapılmış köprüler süslüyor.

Slav ırkından gelen Boşnaklar, yüzyıllarca Hıristiyanlığın Bogomil mezhebini benimsemişler. Bogomil mezhebi, İsa'yı Allah'ın oğlu değil, kulu olarak kabul eder. Bogomil Muhammed'i de tanıyan bir mezhep olduğundan bölgeye gelen Osmanlıların onlara getirdiği hoşgörüden etkilenen Boşnaklar, toplu olarak Müslümanlığı seçmişler.

15.yy'da Osmanlıların bu topraklara gelmesiyle Saraybosna, Türklerin Avrupa'da kurduğu en büyük kent olmuş. Dinar Alpleri'nin çevrelediği ova üzerine kurulan şehre Osmanlılar ''Saray-Ovası'' demiş.  İsim sonradan Boşnakça olan ''Sarajevo'' olarak günümüze kadar gelmiş.
Saraybosna'nın simgesi olan sebil ise Başçarşı'nın girişinde bulunmakta. Fatih Sultan Mehmet'in de Saraybosna'ya buradan girdiği söyleniyor.

Eski şehir tarafında bulunan Başçarşıya giriyoruz. Burası tam bir Osmanlı çarşısı görünümünde. 16.yy'da kurulan çarşıda neler yok ki...

Çarşıda yürürken bu şehirde yaşamış olan aile büyüklerim gözümün önünden geçiyor. Çoğunun yüzünü bile görmemişim, onları eski, sararmış fotoğraflardan hatırlıyorum. 
Mutlaka "benim yürüdüğüm sokaklardan onlar da geçmişti"diyorum. Burada garip duygulara kapılmamak elde değil.
Ben bunları düşünürken ikiz kızlarım da ikiz teyzeleri bulmuşlar bile:)

Başçarşı, öyle hemen gezilip bitirilecek cinsten bir yer değil. Ürünler, gruplarına göre ayrı sokaklarda satışa sunulmuş. 
Bakırcılar çarşısında satılan ürünlerin neredeyse aynılarını bizim Kapalıçarşı'da da görmek mümkün. Burada insan kendini vatanında gibi hissediyor.
Hemen her yer, kafe ve restoranlarla dolu. Yemekler ucuz ve çok lezzetli. Bizim paramızla kişi başı 10-15 TL'ye bu şehirde güzel bir yemeği rahatlıkla yiyebilirsiniz.
Bosna Hersek'in para birimi; mark. 1euro yaklaşık 2,2 mark.

Çarşının dört bir yanı camilerle bezenmiş. Bosna'da uzun süre sancak beyi olarak görev yapmış olan Gazi Hüsrev Bey'in Saraybosna'ya katkıları çok büyük. Onun adıyla anılan camiyi geziyoruz.
Şehirde; Bosna Beylerbeyi Gazi Hüsrev Bey tarafından yaptırılmış han, medrese, imaret ve çok sayıda çeşme bulunmakta. Çarşı girişinde gördüğümüz Saraybosna'nın simgesi olan sebil yine ona ait.

Bosna'ya gelip de Boşnak böreği yemeden gidilmez. Onların deyimiyle ''bürek'' dendiğinde içi kıymalı olan börek anlaşılıyor. Ispanaklı, patatesli ve peynirli olanların ismi farklı.
Annemin yaptığı Boşnak böreklerini genelde yoğurtla yediğimizden, burada da böreklerin yanına yoğurt istiyoruz ama anlamıyorlar. Sonradan öğreniyoruz ki yoğurt yerine ayran isteyecekmişiz. Neredeyse yoğurt kıvamında güzel bir ayran geliyor. Odun ateşinde sacın üzerinde pişmiş böreklerin yanında bu lezzetli ayranı içmek ne keyifliydi anlatamam.

Börekler yendi, kahveler içildi, alışveriş yapıldı ve Başçarşı'nın sonuna gelindi. Ama bu cümleyi çarşıyı gezip bitirdik anlamında kullanmıyorum. Harbiden Başçarşı'nın sonuna geliyoruz.
Çarşı fiziki anlamda bir yerden sonra çizgi şeklinde bıçakla kesilir gibi bitiyor. Binaların, dükkanların hatta yere döşenen karoların dahi şekli, şemali, çehresi değişiyor. Caddelerde, Avrupa mimarisi yüksek taş binalar, katedral ve kiliseler göze çarpıyor. 
Tıpkı Osmanlı'dan Avrupa'ya geçmek gibi...
İşte Başçarşıdan hemen sonra başlayan bu bölge, 1878 yılında Osmanlı İmparatorluğu'nun bu topraklardan çekilip Saraybosna'yı Avusturya-Macaristan'a bırakmasından sonra yapılmış. 

Sırpların bombalayarak masum sivilleri öldürdüğü tarihe ''Pazar Yeri Katliamı'' olarak geçen pazar yerine geliyoruz. Yaralar sarılmış gibi... Pazar yine aynı işleviyle hareketliliğine devam ediyor. Ancak burada yaşanan katliam -televizyonlarda izlediğimiz kadarıyla- bizlerin bile gözlerinden gitmiyorsa bu olayı burada yaşayanların unutması mümkün değil.

Zaten onlarda o günleri unutmak ve unutturmak istemiyor. Saraybosna sokaklarında yürürken yerlerde sanki yukarıdan damlamış kan gibi duran kırmızı şekiller dikkatimizi çekiyor. Burada bunlara ironik bir isim koymuşlar ''Saraybosna Gülü'' diyorlar. Bu güller, savaş sırasında Sırpların ateşi sonucu orada ölen Bosnalıları gösteriyormuş. Çok acı!
Saraybosna'yı Sırplar üç yıl boyunca kuşatma altında tutmuş, bu süre zarfında buranın halkı açlığa ve sefalete mahkum edilmiş. Çevre tepelere yerleşen Sırp keskin nişancılar ise sokağa çıkanı vurmuşlar. Bu nişancılardan korunabilmek için Müslümanlar, özellikle şehrin karşıdan karşıya geçilen kavşak noktalarının üstünü brandalar ile kapatmış.
Boşnak kadınlarının ise ''Biz hala ayaktayız'' mesajını vermek için makyaj yapmadan sokağa çıkmadıklarını biliyorum, televizyonda gördüğümde ilk başta anlamamış, yadırgamıştım. Süslü püslü makyajlı bayanlar, çocukların öldürüldüğü, kanın dinmediği, savaşın kol gezdiği sokaklarda nasıl da böylesine pervasız gezebiliyorlardı. Sonradan anladım ne kadar övgüye değer bir davranış biçimi sergilediklerini.
Savaş zamanında mühimmat taşımak için Boşnakların, bir evin içinden BM kontrolü altındaki havaalanına kadar kazdıkları tüneli ise zamanımız yetmediği için göremedik.

Ertesi gün Mostar'a gitmek üzere yola çıkıyoruz. Neretva Nehri boyunca ilerlerken 2.Dünya Savaşı zamanında büyük zarar gören, yakın zamanda restore edilen Konjic'deki 4.Mehmet'in yaptırdığı köprüyü görüyoruz.
Osmanlı zamanında Saraybosna'dan çıkan akıncılar burada mola verdiğinden şehrin adı ''Atların dinlendiği yer'' anlamına gelen Konjic olarak tarihe geçmiş. Konjic aynı zamanda ahşap oymacılığı ile de ünlü.

Bu sefer Konjic'e çok yakın Jablanica'da bulunan 2. Dünya Savaşı zamanında Tito tarafından yıktırılan demiryolu köprüsünü görüyoruz. (Ama fotoğrafta göremiyoruz.))
Alman işgali sırasında burada çok kanlı çatışmalar olmuş. Neretva Nehri yatağında Almanlar tarafından sıkıştırılan Tito partizanlarının tek kaçış yeri olan bu köprü, Tito tarafından bombalatılmış. Almanlar da köprü yıkılınca partizanların karşıya geçemeyeceğini düşünerek o bölgeden ayrılmışlar. Gece olunca Tito, kalaslar ve halatların yardımıyla yeni bir köprü yaptırarak partizanları karşı tarafa geçirtmiş. O acıları unutmamak için altmış altı yıldan beri köprü yıkık bir şekilde korunmakta.

Büyük çarklarla döndürülen kuzu şiş için yolda yemek molası...

Arkasından da kahve keyfi geliyor. Balkanlar'da siyah çay içme alışkanlığı yok gibi. Varsa yoksa kahve!!!
Tam bana göre:))

Öğleden sonra Hersek bölgesinin en büyük şehri Mostar'dayız. 
Neretva Nehri'nin kıyısında yer alan şehre girdiğimizde yine savaşın soğuk görüntüsünün silinmemiş olduğu görülüyor.
Hırvat ve Boşnakların birlikte yaşadığı bu şehirde Sırp nüfusu yok. Sırplar, savaş zamanı buradan ayrılmışlar.
Şehir, Neretva Nehri ile ikiye bölünmüş. Mostar'ın doğusunda Müslümanlar, batısında ise Hırvatlar yaşıyor.

Mostar da Neredeyse kurşunların uğramadığı ev kalmamış. Savaş zamanında birçok yerde Hırvat ve Sırp askerleri karşı karşıya gelip çatışmış olmalarına rağmen, iş bu şehri paylaşmaya gelince Müslüman nüfusu yok etmekte anlaşan Hırvat ve Sırplar özellikle bu şehirde büyük tahribatlara yol açmışlar.

Şehrin girişinde Mostar Hırvat bölgesine ait olan bir tepenin üzerinde boyu 35 metre olan büyük bir beton haç göze batıyor. Haç, savaş sonrası dikilmiş. Savaş zamanında ise bu tepe, Hırvat topçularının televizyonlara yayın vererek göstere göstere Mostar Köprüsü'nü top ateşine tuttuğu yer.

Bu şehirde; cadde kenarları, evlerin arası, dağlar, tepeler, düzlükler... her yer şehitlik ve mezarlıkla dolu.

Mostar Köprüsü'ne giderken küçük bir çarşının içinden geçiyoruz. Mostar olabildiğince şirin bir kent. Ancak dayanılmaz bir sıcağı var. Sebebine gelince; çevre dağlarda fosfor bulunuyormuş. Gündüz sıcağını absorbe eden dağlar özellikle de gece dayanılmaz sıcaklıklara sebep oluyormuş.

Ve güzelim Mostar Köprü'sü karşımızda.
Neretva Nehri üzerine kurulan köprü, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Mimar Sinan'ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından 1566 yılında inşa edilmiş. Yüksekliği yirmi dört metre olan köprünün uzunluğu da otuz metre. 456 kalıp taş kullanılan köprünün eni ise dört metre.
Köprünün sağ tarafındaki kuleye ''Halebiya'' sol taraftaki kuleye ise ''Tara'' deniyor.

Savaş sırasında Mostar Köprüsü'ne ilk saldırıyı Bosnalı Sırplar başlatmış. Sonra onların bitiremediği işi 1993 yılının kasım ayında Hırvatlar tamamlamış.
İnsan bu köprüyü görünce ''Bu güzelliğe nasıl kıydılar.'' diye düşünmeden edemiyor.
2004 yılında açılışı yapılan, UNESCO'nun gözetiminde ve Dünya Bankası'nın mali desteği ile tekrar inşa edilen köprünün yapımında Türkiye'den Er-Bu İnşaat'ın büyük katkıları olmuş. Bombalama sırasında Neretva Nehri'ne düşen orjinal parçalar tek tek toplanmış, 26.8 metrelik ayak açıklığı ile Avrupa'nın açıklığı en büyük kemerinin yapımı tamamlanmış.











Köprünün üstü yürümeyi zorlaştıracak kadar kalabalık. Zamanında Mostarlı gençler nişanlılarına cesaretlerini göstermek için köprüden atlarlarmış. Şimdi ise bu durum para karşılığı bir gösteriye dönüşmüş. 20 euro verdiniz mi istediğiniz genci bu köprüden Neretva Nehri'nin sularına gönderiyorsunuz:))
Neratva Nehri'nin en derin ve en dar yerine kurulan köprüye çıkıyoruz. 
Atların ve insanların yaklaşık %20 eğime sahip bu köprüye rahat inip çıkabilmeleri için döşeme taşlarının aralarına belirli mesafelerde biraz daha yüksek bordür taşları döşenmiş. Böylelikle kaymadan bu eğimde rahatlıkla yürüyebiliyorsunuz.
Yukarıdaki iki fotoğrafı ise köprüden çektim. 

Köprü çıkışında Mostar Çarşı'sı yine devam ediyor. Hediyelik eşya dükkanları, restoran ve kafeler oldukça bakımlı ve temiz durumda.

Çarşının içinde bulunan Koski Mehmed Paşa Cami ve Şadırvanı'nı geziyoruz. Savaş sırasında minaresi yıkılan camiye epey bi' restorasyon yapılmış.
Mostar Köprüsü'nün cepheden en güzel fotoğrafları da bu caminin bahçesinden alınıyor.

Dağların arasına, vadiye kurulan Mostar'da kış mevsiminde deli gibi esen rüzgara önlem olarak binaların çatıları kiremit yerine böyle taştan yapılmış.

Son olarak bakmaya doyamadığımız Mostar Köprüsü'nün başka açıdan fotoğraflarını alıyoruz. 

Mostar'ın tipik evlerinden biri... Ne muhteşem!!

Mostar'a 15km mesafe uzaklıkta bulunan Blagaj'dayız. Buna Nehri'nin doğduğu yer olan Blagaj, nehre tepeden bakan evleri ve yeşilin her tonuyla doğanın içinde kaybolmuş bir yerleşim yeri. Mostar Köprüsü yapıldıktan sonra şehrin yerleşimi Mostar'a kaymış.
Şehirde, Buna Nehri boyunca restoranlar sırayla dizilmiş. Bosna'dan ayrılmadan önce o güzelim köftelerin tadına burada tekrar bakıyoruz.

Blagaj, Sarı Saltuk Türbesi ile de ünlü. Balkanların bir çok yerinde türbesi olan Sarı Saltuk, Anadolu ve Rumeli'nin fethi sırasında önemli rol oynayarak efsaneleşmiş Hacı Bektaş Veli'nin müridlerinden olan bir Türkmen.
Buna Nehri'nin kıyısında dik bir yamaca kurulmuş olan türbesi ise görülmeye  değer.

Adriyatik Denizi'ne 30km mesafede kurulmuş olan Balkanların ilk Osmanlı köyü olan Poçitel'deyiz.
Neretva Nehri'nin kıyısında dağın eteklerinde kurulmuş bu köyde, tüm binalar, yollar hatta evlerin çatılarına kadar her şey taştan yapılmış.












UNESCO tarafından Dünya Koruma Listesi'ne alınan köy, Osmanlının Adriyatik'e doğru uzanan son noktası.
Orta Çağ'dan kalma bir kalesi ve Osmanlılara ait bir camisi bulunan köyde şimdilerde yaşayan pek kimse kalmamış.

Bosna Hersek'ten Dubrovnik'e geçerken uğradığımız, Bosna Hersek'in denize açılan tek sahil kenti olan Neum'dan geçiyoruz. Yaklaşık 21 km sahil şeridine sahip olan Bosna'ya burası Osmanlılar'dan miras kalmış. 
Nasıl mı?
Zamanında, Venedik istilasından korunmak isteyen Dubrovnik, daha doğru bir isimle Ragusa Cumhuriyeti; Neum'u, Osmanlılar'a korunma karşılığı hediye etmiş. Ta o günlerden kalan bu antlaşma sayesinde Bosna Hersek'in Dalmaçya'da sahili var.

Bundan sonra Neum'u arkada bırakarak sahil şeridinden Hırvatistan'a ikinci kez giriş yapıyoruz. 
Rotamız; Dubrovnik...