HIRVATİSTAN

 

Türk vatandaşlarına vize uygulamayan Hırvatistan; yakın oluşu ve görsel zenginliklerinden dolayı son yıllarda biz Türkler için cazibe merkezi haline geldi. 
Durum böyle olunca ''hadi biz de bu furyaya katılalım'' dedik, yine iki aile, çoluk çocuk derken düştük yollara...
İstanbul'dan ayrılacağımız gün, Ağustos ayı olmasına rağmen hava hafif serindi. Balkanlardan da bize hep soğuk hava dalgası gelir ya... ''Eyvah! Valizde de hep yazlıklar var. İstanbul böyleyse orası nasıl olur acaba?'' diye endişelendik. Çünkü yanımızda çocuklar olunca benim tedirginliğim iki katına çıkıyor. 
Neyse uzatmayayım, havaalanına indiğimizde tüm endişelerimin boş olduğunu anladım. Sanki uçak Zagrep'e gitmeyip, yaz ortasındaki Urfa ya da Adana'nın sıcağına bizi atmış gibiydi.

İşte böyle çöl sıcağını andıran bir günde Zagreb Havaalanı'na indik. Her ne kadar havaalanının ismi Zagreb olsa da indiğimiz havaalanı Zagreb'de değil, Velica Gorica kentindeydi. Zagreb'e oldukça yakın olan bu kent, yeşillikler içinde sakin, şirin bir yer. 
Ancak Velica Gorica'da kalmadık direkt Zagreb'e geçtik.

ZAGREB
Kent üç bölgeye ayrılmış.
-Yukarı Zagreb, Gradec ve Kaptol bölgelerini içine alıyor. Bölge bin yıllık bir geçmişe sahip. Zagreb zaten bu iki küçük kasabadan Gradec ve Kaptol'den gelişmiş. Bu iki kasaba yüzyıllar önce birbirine karışmasına rağmen, din adamları ve katedral Kaptol'de esnaf ve idare Gradec'de yerleşmiş.
-Aşağı Zagreb, ya da "Donji Grad" olarak adlandırılan bölge 19.yy taş binaları, mağazaları, restoran ve kafeleriyle meşhur. 
-Yeni Zagreb ise yüksek ve modern binalarla çevrili.
Slav kökenli olan Hırvatlar, 7. yüzyılda bu topraklara yerleşmişler. Yerleştikten sonra da ancak 925 yılında Kral Tomislav tarafından ilk krallıklarını kurmuşlar. 1091 yılından 1991 yılına kadar da bir daha tek başına bir devlet olmayan Hırvatlar, bu süre içerisinde Avusturya-Macar İmparatorluğu'nun himayesinde yaşamış daha sonra eski Yogoslavya birliği içinde yer almış. Nihayet 1991 yılında bağımsızlıklarını ilan etmişler.

Yukarı Zagreb'deki önemli yapıtlardan biri "Mirogoj Mezarlığı" olarak geçiyor.
Zagreb gezisine mezarlıkla başlamak biraz sevimsiz gibi görünse de oldukça ilginç, görülmesi gereken bir yer burası.

Ünlülerin mezarlığı olarak bilinen Mirogoj'da, Yogoslavya'dan bağımsızlığını alan Hırvatistan'ın ilk devlet başkanı olan Franjo Tudjman'ın da mezarı bulunmakta.

Mirogoj Mezarlığı'ndan sonra yine "Yukarı Zagreb" bölgesinde bulunan Kaptol Meydanı'na geliyoruz. Bu meydanı merkez olarak alırsanız tüm eski şehri buradan yürüyerek gezebilirsiniz. 

Kaptol Meydanı'nda, Zagreb'in en önemli sembolü olan ''Meryem Ana'nın Göğe Kabulü Katedrali'' ya da diğer ismiyle ''Zagreb Katedrali'' bulunuyor.
Yapımı bin yıl öncesine dayanan katedrali Macar Kralı Ladislaus yaptırmış. Moğol saldırıları ve depremlerden büyük zarar gören katedral, restorasyonlarla Neo-Gotik tarzıyla şimdiki görünümüne ulaşmış. 
Kulelerinden biri restorasyon çalışmasında olan katedralin tam karşısında ise altın Meryem Ana ve dört meleğinin heykeli yer alıyor. Bu dört melek, Hristiyanlığın kutsal değerleri olan; alçak gönüllülük, masumiyet, umut ve inancı temsil ediyormuş.

Katedrallerin içini hep birbirine benzetirim. Ancak burada iki farklı unsur dikkatimi çekti.
Birincisi; 2.Dünya Savaşı zamanında bu katedralin başpiskoposluğunu yapan Alojzije Stepinac'ın katedralin tam orta yerindeki camdan tabutu... 
Bu başpiskoposun ilginç de bir hikayesi var. 2.Dünya Savaşı sırasında piskopos, Alman Nazilerine yardım eden Yugoslav Faşistleri olan ''Ustaşalara'' büyük destek çıkmış. Böylece Ortodoks Sırpları'nın katliamında baş rolü oynadığı söyleniyor. 
Daha sonra "Savaş Suçlusu" ilan edilen piskoposa Vatikan "Azizlik" mertebesi vermiş. 
Buyurun buradan yakın:) İnsan önemli değil, insanların oluşturduğu mezhepler önemli.!!!





Dikkatimi çeken ikinci unsur ise, katedralin duvarının büyük bir kısmını kaplayan, Slav alfabesi (Glagoljica) ile yazılmış bir yazıt oldu. 
Bilinen en eski Slav dili olan alfabe, İncil'i Slav dillerine çevirmek için kullanılmış.
Katedral'den çıkınca milli kıyafetleri içinde Hırvat askerlerini görünce yanlarına gidip fotoğraf çektirmek istedim. Tabii bu arada fotoğraf çekmeyi ve çekilmeyi çok seven seven Japonlardan bana sıra gelene kadar beklediğimi eklemeliyim.
Hırvatların çoğu Hrıstiyanlığın Katolik mezhebindeler ve Latin alfabesini kullanıyorlar. Yıllarca birlikte yaşadıkları Sırplar ise Ortodoks Hristiyanı ve Kiril alfabesini kullanıyor.
Bunları yazınca aklıma başpiskopos ve Vatikan geldi. Hadi onlar mezhep ayrımcılığı yapmışlar da bana ne oluyor?:)))

Hala Yukarı Zagreb'deyiz. Bu bölgede ziyaret ettiğimiz son yapı ise St. Mark Klisesi. 
Klise, San Marco Meydanı'nın tam merkezinde bulunuyor. Rengarenk seramiklerle işlenmiş çatısı hemen dikkati çekiyor.
Çatıda mavi, beyaz, kırmızı damalı zemin üzerine işlenmiş iki adet hanedanlık arması bulunuyor. Armalardan sağ tarafta bulunan başkent Zagreb'i sol tarafta kalan ise Hırvatistan, Slovenya ve Dalmaçya üçlü kırallığını temsil ediyor.
Klise 13.yy'da inşa edilmiş olmasına rağmen çatısı 1800'lü yıllarda yapılmış.
Kiliseyi karşımıza aldığımızda ise sağda parlamento, solda ise başkanlık sarayı bulunuyor.

Kaptol Meydanı'na yürüme mesafesinde olan şehrin tam kalbi sayılan Ban Jelacic Meydanı'na geliyoruz. Burası da eski şehrin içinde yer alıyor. 
Meydanın tam orta yerinde ise Hırvat kahramanı "Ban Jelacic"in at üstünde olduğu bir heykeli var. Meydana da zaten Macar saldırılarını püskürtmekle ünlü olan bu kahramanın adı verilmiş.
Meydan, trafiğe kapalı. Sadece yer üstü metro hattı buradan geçiyor. Sadece geçiyor dediğime bakmayın metronun tüm hatlarının kesiştiği bir merkez burası.

Hangi sokağa girsek karşımıza restoran ve kafe çıkıyor. Abartmıyorum bu şehirde yüzlerce kafe var. 
Zagreb'in kafelerinin meşhur olduğunu, kahve tüketimlerinin çok yüksek olduğunu biliyordum ama inanın bu kadarını beklemiyordum.  

Sokakların birinde, kebapçı dükkanına rast gelince önünde fotoğraf çektirmeden geçmiyoruz.
Hırvatistan'ın zengin bir mutfağı var. Normal bir restoranda yemek ise kişi başı ortalama 20-25 Euro civarında.
Para birimleri Kuno. 1 Euro= 7.4 kuno'ya denk geliyor. Türk parasına çevirmek istediğimde ise kaba taslak kunoyu üçe bölüp TL'yi buluyordum.

Hala gaz lambası ile aydınlatılan, dar, parke taşlı Zagreb sokaklarını görmek oldukça şaşırtıcı. Burada çeşitli el sanatlarının sergilendiği ve bu ürünlerin satıldığı ufak dükkanlar var. Özellikle başta ipek olmak üzere zevkinize uygun her türlü kravatı bu tarihi dar sokaklarda bulabilirsiniz.
Tabii kravatı 18.yy'da ilk olarak Hırvat askerlerinin keşfettiğinden bahsetmeyeceğim ama ünlü Kaptol Meyda'nında dev bir kravat heykeli olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

Aşağı Zagreb bölümüne geçmek için araca gerek yok. Ban Jelacic Meydanı'ndan aşağı yürüyerek bu bölgeye ulaşılıyor. 
Ağırlıklı olarak 19.yy yapılarının olduğu bu bölgeyi, lüks mağazalar ve yine büyük şemsiyeler altına açılmış kafeler dolduruyor. Yol bu bölgede de trafiğe kapalı.
Son olarak, sokak şarkıcılarını seyredip, kafelerde oturup sohbet ederek günü tamamlıyoruz.
Bu gezide Zagreb'e ancak yarım gün ayırabildiğimizden dolayı gezip gördüğümüz yerler bu kadarla sınırlı kalıyor. Göremediğimiz ama gezilmesi gereken yerler arasında; Dolac Halk Pazarı, Botanik bahçesi ve müzelerin olduğunu biliyorum. Yolum bir daha düşer mi bilmem ama ''inşallah bir dahaki sefere'' deyip Zagreb'i burada kapatıyorum.

Ertesi gün, Zagreb'den Bosna Hersek'e geçiyoruz. Ancak Hırvatistan'ın yazı bütünlüğünü bozmamak adına Bosna Hersek'i gezip dolaştıktan sonra tekrar Hırvatistan'a döndüğümüz yerden yazıma devam ediyorum.
Hırvatistan'ın Adriyatik sahilleri gerçekten çok güzel. Bence en güzel tarafı da sahillerin hala bakir oluşu. Bakir oluşu diyorum da, yapılaşma yok mu, var. Ancak yapılaşmalar, genelde halkın kullandığı villa tipi yazlık evlerle sınırlı, o da her yerde değil.
Adriyatik'in Hırvatistan sahil kesimi, Adriyatik'te kıyısı olan diğer ülke sahillerine göre biraz daha kayalık. Yol boyunca, neredeyse her dönemeçten sonra karşımıza çıkan ufak koylar ise denize girmek için doğal plaj görünümünde.

DUBROVNİK
Sakin Adriyatik sahillerinden sonra yapılaşmanın gittikçe arttığı Dubrovnik'e ya da eski adıyla Ragusa'ya öğleden sonra ulaşıyoruz.
Kent; eski ve yeni şehir diye ikiye ayrılmış. Eski şehir, kalenin içinde ve asıl turistik bölge de burası zaten. Yeni şehirde ise oteller, plajlar, parklar, apartman ve müstakil evler yer alıyor.

Dubrovnik'in tarihine kısaca göz atarsak; 7.yy'dan itibaren bölgeye yerleşen Hırvatlar, önce Bizans sonra da Venedik hakimiyeti altında hızla büyümeye başlamışlar. 
13.yy geldiklerinde ise oldukça zenginleşen Dubrovnik halkı güvenliklerini sağlamak amacıyla ilk taş surlarlarını inşa etmeye başlamış, 1382 yılında da özgürlüklerini ilan edip Ragusa Cumhuriyetini kurmuşlar.
En büyük düşmanları ve ticari rakipleri ise Venedikliler olmuş. Ancak Osmanlı gücünü, vergi ödeme koşulu ile arkalarına alan Ragusalılar, yaptıkları ticaret sayesinde gittikçe zenginleşip özgürlüklerini sürdürebilmişler, taa ki Osmanlı güçten düşüp Napoleon Bonaparte fırtınası esene kadar.
1991-92 arası yoğun Sırp bombardımanına maruz kalan ancak kısa zamanda yaralarını sarmış olan kentte savaş izine rastlamak pek mümkün değil.
UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde yer alan Dubrovnik, aynı zamanda Akdeniz'in 3. büyük limanına sahip.

Eski şehre Pile ve Piloçe adı verilen iki ayrı kapıdan giriliyor.
Dubrovnik her ne kadar Hırvatistan'ın bir kenti olsa da Dubrovnik'in yüzyıllar öncesine dayanan zengin tarihi sonucu olsa gerek burada yaşayanlar kendilerini Hırvatistan'dan ayrı tutuyorlar.
Kent varoluş ilkesini; ''Non bene prototo libertas venditur auro'' yani ''Özgürlük, dünyanın bütün altınları için bile olsa satılamaz'' üzerine inşa etmiş.
Dubrovnik'de şimdi bile bir çok otelin ismi Libertas (özgürlük) ile başlıyor.

Tarihi şehre Pile kapısından giriyoruz ve girişte bizi ''Büyük Onofria Çeşmesi'' karşılıyor.
O dönemlerde şehrin suyu bu çeşmeden sağlanırmış. (Günümüzde de bu çeşmeden su içilebiliyor. Genel olarak Balkanlarda, sokaklarda bulunan her çeşmeden su içilebiliyor.)
Çeşmenin hemen karşısında Male Brace Fransisken Klisesi bulunuyor. Yukarıda fotoğrafta görülen ana cadde, ''Stradun'' olarak adlandırılıyor.  Caddenin bitiminde de bir saat kulesi dikkati çekiyor.
Şehir; sanat eserleri, kiliseler, çeşmeler ve heykellerle bezenmiş. 

Eski şehre girdiğimizde şaşırmadım desem yalan olur. Açıkçası böylesine renkli ve canlı bir yer beklemiyordum.

Daha şaşkınlığımı üzerimden atmadan ana caddeyi dik kesen bol basamaklı ara sokaklara giriyoruz. Balkonu olmayan ve nispeten az güneş gören evlerin panjurlarına, küçücük pencerelerinden sarkan çiçeklere dalıp gidiyorum.
Sadece görsellik mi? Sesler de bu kadar keyifli mi gelir insanın kulağına? Bir tarafta yemek yiyenlerin kaşık çatal seslerine karışan kahkahaları diğer tarafta uzaktan gelen oynak ezgiler...

Gördüğüm kadarıyla ana sokaktaki evlerin alt katları genelde dükkan ve kafe olarak değerlendirilmiş. Dükkanların üstü, ara sokaktakiler yani buradaki evlerin neredeyse hepsinde oturan sakinler var. Seyirlik, müzelik değil buradaki evler. Güzel olan da o zaten. Yaşıyor bu şehir!!!
Dar alanda kısa paslaşmalar şeklinde atmosfer sürekli değişiyor. Bir bakıyorum evlerin arasına ip gerilmiş fütursuzca çamaşırlar sallanıyor. Bir başka köşede tezgahlar kurulmuş organik sebze, meyve ve hediyelik eşyalar satılıyor, diğer tarafta alabildiğine kalabalık kafeler...
Köşe başlarında ise canlı müzik yapan sokak çalgıcılarının melodileri bu güzel atmosfere bambaşka bir hava katıyor. İnanılmaz keyifli bir yer burası.

Akşam yemeğini, muhteşem manzarasıyla, limana bakan bir restoranda alıyoruz.
Limanda; çevre adalara tur düzenleyen firmaların satış standları göze çarpıyor. O kadar güzel destinasyonlar var ki... 
Gönül isterdi ki bu turlara da katılalım ama mümkün değil. Dubrovnik'e ayrılan zaman sadece iki gün.

Dubrovnik'in yeni şehir bölümünü ve çevre gezileri anlatımını sonraya bırakarak, Dubrovnik Cumhuriyeti'nin nasıl böyle zenginleştiğini ve yüzyıllar boyunca nasıl ayakta kalabildiğini oradan aldığım bir kitaptan öğreniyorum. 
Öğrendiklerimi kısaca özetlersem; başarılarının en büyük anahtarı diplomasi... Zenginlikleri ise tamamen ticaretten geliyor. Zamanında meşe ağaçlarıyla ünlü olan Dubrovnik, o zamanlar tüm gücünü donanma ve gemi yapımına yönlendirmiş. Tonlarca yük taşıyabilen bu gemilerle de ticaret yapıp zenginleşmişler.
Bu arada birçok ülkede elçilikler kurmuşlar, diplomasi ağı ile yeri geldiğinde güçlü ülkelere harç ödemişler, böylece ticaret yollarını güvence altına almışlar. Harç verdikleri ülkelerden biri de Osmanlılar olmuş. Osmanlılara her yıl 12.500 düka altın verilmiş.
17.yy'ın ikinci yarasında yaşanan depremler nüfusun çoğunu ortadan kaldırmış. Güvenlikleri karşılığında ödedikleri harç miktarlarını veremez duruma düşen Dubrovnik için bu felaketler sonun başlangıcı olmuş.

Dubrovnik'in yeni şehir kısmı ise tatil beldesi görünümünde. Evler genelde iki üç katlı, aralarda sivrilmiş apartmanlar da var, keşke olmasaymış.
Neredeyse bütün otellere toplu taşıma araçlarıyla gidilebiliyor. Otobüs kullanımı bu kentte çok yaygın. Önceden bilet almaya gerek yok. Bilet, şoförden alınıyor.(10 Kuno) Nereden mi biliyorum? Biz de otobüslerden birine bindik de oradan.
Biraz kayalık olmakla birlikte denize şehir içinden girilebiliyor.

Eski şehrin kuzey kısmından dışarı çıktığınızda göreceğiniz, Srd Dağı'na çıkan bir teleferik var. 
Dubrovnik'i ve çevre küçük adaları kuş bakışı seyretmek istiyorsanız bu teleferiğe mutlaka binmelisiniz. 
Fiyatı kişi başı 80 kuno... Ortalama bizim paramızla 30 TL'ye geliyor. 

Gerçekten de Dubrovnik'e gelip de teleferiğine binmeden dönmek olmazmış. Yaklaşık beş dakika süren bir teleferik yolculuğundan sonra muhteşem bir manzara ile baş başa kalıyorsunuz.

Dubrovnik'de çevre gezileri için genel olarak üç seçenek var. 
Birincisi, tekneyle çevre adalara gidiyorsunuz. Yemek teknede alınıyor. Denize girmek isteyenler bu turu tercih ediyor.
İkincisi, tarihi şehir Split gezisi... Dubrovnik-Split arası otobüsle dört saat sürüyor. Dört saatte bunun dönüşü var. Yollar otoban değil, genelde dar ve virajlı. Hele yük taşıyan bir kamyonun arkasına düşerseniz -sollama yapmıyorlar zaten yollar da buna müsait değil- yol bitmek bilmiyor.
Üçüncüsü, Ston ve Korçula Adası turu. Bize bu güzergah zaman açısından daha mantıklı geldiğinden Ston ve Korçula Adası için yola koyuluyoruz.
Yolumuzun üzerinde, Dubrovnik çıkışında güzel bir asma köprü var.

Ston, otobüsle Dubrovnik'e bir saat uzaklıktaki bir yerleşim yeri. İlk göze çarpan 5 kilometre uzunluğundaki şehir surları. Bu surların, Çin Seddi'nden sonra ayakta kalan en uzun surlar olduğunu söylediler.
Aynı zamanda, tarihte; bu bölge tuz yataklarıyla da ünlü. Tuz için buralarda çok savaş olmuş. Osmanlılar da tuz uğruna buralara kadar gelmişler.

Stone; isminden de anlaşılacağı üzere genelde taş evlerin olduğu, küçük ama sevimli bir yerleşim yeri
Sahile doğru güzel kafeteryaları ve balık restoranları var.

Ston'dan sonra Orabic'e geliyoruz. Korçula Adası'na gitmek için teknelere buradan biniliyor.

Yirmi dakikaya varan bir tekne yolculuğu sonunda Korçula Adası'na iniyoruz. Sevimli mi sevimli bir yer. Burası da taş binaları ile ünlü. Ama asıl ününü Marco Polo'dan almış.

Tarihi şehrin surları, zamanında Venedikliler tarafından yapılmış. Kalenin ana giriş kapısına merdivenli bir köprüyle çıkılıyor.

Şehir; bir ana meydan ve balık kılçığı şeklinde tasvir edilen çok dar sokaklardan oluşuyor.

Meydanda 13.yy yapımı St. Mark Katedrali var.

Katedralin az ötesinde Marco Polo'nun bir zamanlar yaşadığı ev, ziyaretçilere açılmış. 1 euro vererek bu küçük evi gezebiliyorsunuz.
13.yy'da yaşamış olan İtalyan gezginin, Venedik'li bir tüccarın oğlu olduğu ve bu adada Cenevizlilerin eline esir düştüğü söyleniyor.
Bazı kaynaklara göre de Marco Polo'nun  aslında Macar olduğu ve Korçula Adası'nda doğduğu, o tarihlerde bu ada da Venediklilerin elinde olduğundan Venedikli ve İtalyan olarak bilindiğini yazıyor.

Bu ada Marco Polo ile ünlendiğinden, sokak aralarındaki hediyelik eşya dükkanları da ona ait simgelerle dolu.

Adanın dar sokakları sahile açılıyor. Adanın kıyı şeridini, her türlü lezzeti bulabileceğiniz kafe ve restoranlar süslüyor. Yemek saati burada yer bulmak çok zor.
Adada aynı zamanda çok rahatlıkla denize girilebiliyor

Dubrovnik'e dönüş yolunda ise böyle bir manzara bizlere eşlik ediyor.
Not: Yol boyunca dağlar tepeler üzüm bağları ile doluydu. Avrupa Birliği'ne girmeye hazırlanan Hırvatistan, tarıma elverişli her yeri üzüm bağları ile donatmış. Sebebine gelince, Avrupa Birliği'ne girdikten sonra bu birliğin üzüm üretimine kota getireceğini düşündüklerinden, birliğe girmeden ne kadar çok yer kapatırsak kardır düşüncesi yatıyormuş.

Sabah erkenden sahil yolunu izleyerek Dubrovnik'ten Karadağ sınırına yakın olan Cavtat'a geçiyoruz.
Cavtat'ın M.Ö 228 yılında Roma egemenliğindeyken ismi ''Epidaurum''muş. Latincede eski şehir anlamına gelen ''Cavtat'' ismi Bizanslılar tarafından verilmiş.
Dubrovnik'i daha doğrusu Ragusa Cumhuriyeti'ni de buradan kaçanlar kurmuş.
Cavtat, Dubrovnik'e göre daha sakin bir yer. Buradan da çevre adalara ve Dubrovnik'e tekne turları var.
Cavtat ile birlikte Hırvatistan gezisinin sonuna geliyoruz. Bu kasabadan sonra Karadağ sınırına giriliyor.

Sonuç olarak;
Hırvatistan gezisi boyunca bu güzel ülkeyi bizim Ege sahilleri ile sık sık karşılaştırdım. Henüz çiçeği burnunda bir devlet olan Hırvatistan ve ona bağlı Adriyatik-Dalmaçya kıyıları hala bakir bir görünümde. Otelcilik anlayışları ise kötü. Belki de biz oteline düşemedik. Bilmiyorum.
Eski Yugoslavya'nın dağılmasıyla Adriyatik'in en güzel kıyılarını alan Hırvatistan, gerçekten gidilip görülmesi gereken bir yer