BREZİLYA




IGUAZU
Arjantin tarafındaki İguazu'yu gezdikten sonra hemen karşı yakadaki Brezilya tarafına geçiyoruz.
Otelimiz, buradaki ormanın içinde yer alan Bourbon Das Cataras Oteli.
İguazu Çavlanı ya da şelaleleri Arjantin bölümünde de anlattığım gibi üç ülke tarafından paylaşılıyor. Toplamda 275 tane şelale var. Bunların %80'i Arjantin tarafında olduğundan, Brezilya tarafına geçip de şelaleleri karşıdan seyretmek daha muhteşem bir görsellik sunuyor. Ama ne hikmetse ben Arjantin tarafını daha çok beğeniyorum.
Ancak ormanda gördüğüm bu kuşun alternatifi yok!

İguazu'yu tepeden görmek isteyenler için helikopter kiralama şirketleri var. Bunun için otelin resepsiyonuna uğramanız yeterli. 15 dakikalık bir tur için 100$ alıyorlar.

Şelaleler, Rio Parana Nehri üzerinde bulunuyor. Bu nehir, Güney Amerika'nın Amazon Nehri'nden sonra ikinci büyük nehri.

Brezilya tarafında da Arjantin kısmındaki gibi şelaleleri daha iyi görebilmek için yürüyüş parkurları yapılmış. Böylece suyun sesini dinleyerek, güneş tepedeyken ıslanıp sonra hemen kuruyarak, sıcaktan bunalmadan, ormanda; ağaç dallarındaki kuşların renklerine hayran kalarak, elinize konan renkli kelebekleri seyrederek bu parkurda dolaşabiliyorsunuz.

Bu bölgedeki tropik ormanda bulunan canlılar, biyolojik açıdan öyle büyük bir çeşitlilik sergiliyor ki... Keşke beni burada unutup gitseler, yürüyüş parkuruna aralıklı olarak banklar konmuş, ''oralara kıvrılıp yatarım.'' diyorum. Niye olmasın?
Sonra, dolaşırken gördüğüm o dev karıncalar aklıma geliyor vazgeçiyorum. Olsun hayali bile güzel..:)

Öğle yemeği için şelalelerin hemen yanında bulunan turistik bir tesise gidiyoruz. Bu bölgeye gelen turist sayısı düşünülecek olursa ona göre de oldukça büyük bir tesis yapmışlar. Ancak yağmurun azizliğine uğrayıp yemeğimizi mecburen kapalı alanda alıyoruz. Yağmurun dinmesini beklerken restoranın hemen yanı başında bulunan hediyelik eşya dükkanlarını geziyoruz. Brezilya'dan hediyelik eşya almak için buraları çok uygun. Rio, bu konuda oldukça zayıf.

İşte buranın yağmuru da bu kadar. Ardından hemen güneş açıyor.
İki gündür İguazu'dayız, artık havaalanına gitme ve bu cennet diyardan ayrılma zamanı geldi. Bu ayrılıştan etkilenmedim desem yalan olur.

RIO DE JANEIRO
Akşama doğru Rio'ya geliyoruz. Otelimiz Copacabana'da, Marriott Hotel. 
Yerli rehberimiz, Brezilyalı bir kadınla evlenmiş ve sekiz yıldan beri Brezilya'da yaşayan bir Türk çıkıyor. Eee rehber Türk olunca bizlere Brezilya'nın magazin haberlerini bile anlatıyor. Ben de ondan öğrendiğim bilgilerin bir kısmını buraya aktaracağım. Eğer yanlışım varsa ben onun yalancısıyım:)

Otele inip valizleri bıraktıktan sonra Türk rehbere soruyoruz, ''Yemeğe kadar zamanımız var, Patagonya ıssızında çok dolaştık, biraz alışveriş yapmak istiyoruz. Mağazalar plajın ne tarafında?''
Rehberin cevabı: ''Ne mağazası?''
''Nasıl yani? Bu ünlü Cobacabana'da hiç mi mağaza yok?''  
''Hayır yok! İthal, ihraç, export vs, vs... yok bu ülkede!''
Şimdi bunu niye mi anlattım? Sözü, Brezilya Devlet Başkanı Lula Da Silva'ya getireceğim de ondan.
Lula yoksul bir aileden geliyor. Bir çok işte çalıştıktan sonra en son metal işçisi iken, el parmaklarından birini makineye kaptırıyor. Bunun üzerine metal sektöründeki işinden ayrılıp, işçi sendikasında görev alıyor. Sonunda sendikadaki işinden, devlet başkanlığına kadar yükseliyor. Lula'nın başkan olduktan sonraki ilk icraatı;  ithal malların, ülkeye girişinin yasaklamak oluyor. Brezilya'ya mal satmak isteyen ülkelere de ''Eğer ithal malınızı ülkemizde satmak istiyorsanız malınızı bu ülkede üretmelisiniz ve her kendi bir işçinize karşılık, üç Brezilya vatandaşını işe almak zorundasınız.''diyor. (Lula'ya daha sonra döneceğim. Adama hayran kaldım.) 
Sonuç olarak Brezilya'da öyle dünya markalarını bulmak çok zor. İkincisi, kimsenin giyim derdi yok. Bir flip flop terlik, bir short ve tshirtle giyim sorunlarını çözmüşler. Darısı benim başıma:)

Ertesi sabah Rio De Jenerio dendiğinde ilk aklımıza gelen Corcovado Tepesi'ndeki Kurtarıcı İsa Heykeli'ni görmeye gidiyoruz. Corcovado Tepesi'ne ulaşmak, hem kara yolu hem de trenle mümkün. Biz Tujika Ormanları'ndan geçen treni tercih ediyoruz. 
Tepeye ulaştığımızda, Brezilya'nın bağımsızlığının 100.yılı nedeniyle yapılmış olan Kurtarıcı İsa Heykeli tüm cüssesiyle biz karşılıyor.
Bu heykel, günümüzde ''Modern Dünya Harikaları'' arasında yer alıyor. Bence, birileri bu heykele torpil geçmiş diye düşünsem de kaç yazar? Beni takan yok, seçen seçmiş işte!

Bence Corcovado Tepesi'nin en güzel yeri bu muhteşem manzara. Hava hafif kapalı olduğu için buranın çok iyi fotoğraflarını alamadım ancak beterin de beteri varmış. Bu tepe çok zaman sisler altında kaldığı için bu görüntüye bile sevinmem gerektiğini öğreniyorum.

Corcovado Tepesi'ndeki manzaraya doyamıyoruz. Bu manzarayı daha keyifli kılacak, değişik meyve sularınının satıldığı bir kafede mola veriyoruz. Zaten bu ülke meyve suyu cenneti. Ben, Brezilya kahvesi içeceğim diye tutturdukça elime meyve suyu tutuşturdular. Sokaklarda da bolca meyve suyu satan standlar vardı.

Öğleden sonra hava iyice bozuyor. Zaten biz Rio'dan ayrıldıktan sonra buralarda büyük sel felaketi yaşandı.

Hava böyle kötü olunca biz de otobüsle panaromik olarak şehri ve ünlü plajları geziyoruz. Filmlere konu olmuş ünlü İpanema gibi...
Rio'ya gelmeden önce İstanbul'dan daha güzel bir şehir varsa o da Rio'dur diyordum. Evet, Rio gerçekten muhteşem bir şehir ama bana göre ruhu eksik. Ruh derken bunun içinde o kadar çok şey var ki... nasıl anlatsam?
Bir kere Brezilya'da bir ülkeye ruh katan, tarih yok. Tarih olmayınca efsaneler, hikayeler yok. Geçmişi motifleyen el sanatları yok. Belki de ilk yurt dışı seyahatimi bu ülkeye yapmış olsaydım, içimden böylesine acımasız bir kıyaslamayı yapmıyor olacaktım. 

Neyse işin ruhsal tarafını bir tarafa bırakıp, bu ülkenin diğer bir gerçeği olan favelalara gelirsek...
Ruhum sefil yerleri seviyor ya! Allah'tan bu konuda yalnız değilim. Benim gibi favelaları gezmek isteyenler çıkıyor.İstediğimizi rehbere söylüyoruz.
''Aman sakın haa! Oralara girilmez!'' diyor.
''Neden?''
Bize nedenini şöyle açıklıyor. ''Favelaları sadece gece kondu bölgesi diye tanımlamak yetersiz kalır. Buraları ayrı bir Cumhuriyet... Devletin hiç bir kanunu favelalarda geçmiyor. Rio nüfusunun dörtte biri buralarda yaşıyor. Doğru dürüst su, kanalizasyon ve elektriğin olmadığı, tüm toplumsal organizasyoların uyuşturucu mafyası tarafından yürütüldüğü, ne federal hükümetin ne de eyalet güçlerinin giremediği bir bölge burası...''
Rehbere; ''Tamam anlaşıldı... O zaman içine girmeyelim karşıdan resim alalım,'' diyoruz. ''Çoğunun dürbünlü tüfeği var, kaç kişiyi vurdular. Olmaz!'' diyor.
Bu ülkede yaşamadığım için durumun ciddiyetini anlamam mümkün değil. Ya bu rehber çok evhamlıydı ya da fazla abartılı. Belki de söyledikleri gerçeğin yanında az bile kalıyor olabilirdi.
Neyse, daha fazla uzatmadan ''Tamam durum çok net anlaşılmıştır,'' deyip favelaların fotoğrafını Corcovido tepesine çıktığımda -o da çoook uzaktan- alıyorum.








Sonraki durağımız ise Maracana Stadyumu oluyor.
Bu stadyum; 1950 yılında, Brezilya'da yapılan ''Dünya Kupası'' karşılaşmaları için inşa edilmiş ve 200 bin kişilik kapasitesi ile şu an dünyanın en büyük stadyumu olma ünvanını hala elinde taşıyor.

Rio De Jenerio'ya kadar gidip de ünlü Mariüs Crustaceos Restaurantın deniz mahsüllerini tatmadan dönmek olmazmış. Burayı anlatmadan geçemem. Manyak bir yer. (Anlatmak için başka bir kelime bulamadım.)
Restoran, Cobacabana Plajı'nda. Dışarıdan bakıldığında, son derece normal görünümlü bir yer. İçine giriyoruz ''Aman Tanrım! Bu ne?'' Duvarlarda ve tavanda tek bir boş yer yok. Her şey o kadar asım takım ki... Ama bir o kadar da hoş. Oturduğumuz masanın üstüne doğru kocaman bir kayık sallanıyor, sanki kayığı sahilden yeni alıp gelmişler de tavana asmışlar gibi...daha yosunları üstünde derler ya... Aynı o hesap.
Büyük bir cam masanın etrafına yerleşiyoruz korsan giyimli garsonlar gül yapraklarını masaya döküyor. Sonra bir kelepçe ile çantalarımızı, oturduğumuz sandalyelere kelepçeliyorlar. Anlaşılan hırsızlık çok.

Restoranda yaklaşık 35 çeşit soğuk, 16 çeşit sıcak balık çeşidi mevut. Salataları, meyveleri ve sınırsız içkileriyle tam bir deniz ürünleri şöleni sunuluyor burada. Garsonlar muhteşem! Yemek servisi, dansların eşliğinde masalara geliyor.

Bu muhteşem geceden sonra kimse otele dönmek istemeyince yerel rehberden, bizi bir samba kulübüne götürmesini istiyoruz. Telefonlar açılıyor, yerler ayırtılıyor. Şaşalı bir yere gideceğimizi düşünürken, Rio'nun ara sokaklarının birinde, bize göre 5.sınıf bile olamayacak bir yere geliyoruz.
Bu ara hemen belirteyim, bu gösteri için kişi başı ödediğimiz tutar; 70$.
Kapıda duran 'bodyguard'ların arasından geçerek içeri giriyoruz. İçerde, yüksekçe bir platform dans pisti olarak yapılmış, seyircilerin oturacağı bölümdeki ahşap masa ve sandalyelerin ise bir kısmı kırık dökük.
Program başlamadan, daha ne içeceğimiz bile sorulmadan, kafalarına göre su bardaklarına koydukları içkileri getirip masalara bırakıyorlar.
''Nereye düştük biz?'' diye birbirimize bakıyoruz.

Ancak gecenin ilerleyen saatlerine doğru gösteri bitiyor ve dansçılar pistten inip aramıza katılıyorlar. İşte gerçek eğlence o zaman başlıyor. Ne kırık sandalyeleri takan var ne de kötü içkileri...
Gece çok eğlenceli geçince bizim rehbere ''Keşke karnaval zamanı Brezilya'da olsaydık,'' diyoruz. ''Olmak isteyeceğinizi hiç sanmam,'' diyor.
Aaa bu da alem adam yani..:)) ''Niye?''

Ertesi gün bizi karnavalın yapıldığı yürüyüş alanına götürüyor. Önce bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Onca gösterişli yürüyüş yeri bu kadar kısa ve küçük olur mu?
Rehberin bize anlattığına göre; ''Karnavalı bu alandan seyretmeniz zaten çok zor ve maliyetli... 500 bin $'a kadar çıkan bilet ücretleri var. Bu biletleri genelde favelalarda yaşayan mafya alıyor. Samba okulları da bu favelalardan çıkıyor. Para ödülü kazanan okuldan, bu bilet paralarını mafya zaten geri tahsil ediyor.''
Yani al gülün ver gülüm...
''Yarışmaya giren bu okulların bu alanın dışında gösteri yapması da zaten yasak. O sokakta gördüğünüz çılgın karnaval partilerini ipini sapını koparmış kişiler yapıyor ve karnaval boyunca kaç kişi öldürülüyor, biliyor musunuz?''diyor.
Yani ne diyeyim. Bu rehber de her şeyi boğazımıza tıkıyor.
Sonra bizi eski karnaval elbiselerinin satıldığı bir dükkana götürüyor. ''Sokak karnavalına katılmak isteyenlerin alışveriş yaptığı dükkanlar buraları işte!'' diyor.

Öğleden sonra Rio'yu panaromik olarak yüksekten gören ''Sogar Loaf Tepesi''ne teleferikle çıkıyoruz. Corcovado Tepesi karşımızda, Guanabara Körfezi ise ayaklarımızın altında... Ancak hava yine bulutlu. Fotoğrafçılıkla uğraşanlar bilir, ışık yoksa güzel fotoğrafta yoktur.

Rıo'nun bu görsel şöleninin arasında, şehrin göbeğinde, petrol arama kuyuları dikkatimi çekiyor.
Şimdi yine Lula'ya döneceğim. Bundan bir 10 yıl önce Brezilya, IMF nin ayakları altında ezilen, iflasın eşiğinde olan bir ülkeydi. Lula, yönetimi ele aldığında ABD'nin ''burada petrol yok'' dediği kuyuları tekrar açtırmış. Sonuç; hiç de sürpriz değildir. Şimdi bu kuyulardan çok yüksek oktavlı petrol çıkıyor.

Brezilya, şimdi IMF ye borç verecek duruma geldi. Yabancı yatırımlarda bir yabancı işçiye karşılık, üç Brezilyalı işçi çalıştırma zorunluluğu ile işsizliğe de çözüm bulmuş gibi. Ancak çalışmak isteyene.. Bu kadar eğlenceye düşkün bir halkı ne kadar çalıştırabilirsiniz ki?

Brezilya'dan ayrılma zamanı yavaş yavaş geliyor. Son turlarımızı atıyoruz.
Artık çok yorulduk. Gözüm bir şey görmek istemiyor. Gerçeği söylemek gerekirse Brezilya, çok da yer tutmadı içimde. Belki çok uzun bir gezinin son durağı olması ya da havanın genelde yağışlı durumu... Bilmiyorum.
Havaalanına giderken uyku ilaçlarımı hazırlıyorum. Çok uzun bir yol bizi bekliyor. Her Amerika Kıtası dönüşünde olduğu gibi bizi bekleyen, 15 gün süren zorlu bir jet-lag dönemi de işin cabası...