Malta... Gitmek aklımda mıydı?Yoo, açıkçası hiç düşünmemiştim.
Canım’ın üç günlük bir tatil arası çıkınca, kısa süreli bir kaçamak için Malta mantıklı geldi. Hemen araştırmalara başladım: Gezilecek yerler, tarihi sokaklar, fotoğraflık köşeler... ama en önemli ayrıntıyı atlamışım: Hava durumu!
Ben böyle nemle sıcaklığın iç içe geçtiği başka bir ülke görmedim. Resmen ufak çaplı bir cinnet geçirdim.
O yüzden diyorum ki Malta'ya gitmek için en azından Ekim ayını bekleyin. Biz ne yazık ki Eylül başı oradaydık.
Ulaşım mı? O kısmı çok rahat. Uçakla sadece 2.5 saatte Malta Luqa Havaalanı’ndasınız. Oradan başkent Valletta’ya gitmek de kolay; mesafe sadece 10 km. Otobüs var, taksi var. Hatta biz indiğimiz gibi, önümüzde duran ilk otobüse atlayıp şehir merkezine doğru yol aldık. Sonradan gördük ki, Malta’da toplu taşıma oldukça yaygın ve gayet iyi iş görüyor.
Otobüs bizi böyle bir meydanda bıraktı. Taksiyle de gelsek yine burada inecekmişiz. Çünkü Valletta girişinden sonra yol trafiğe kapalı.
Şimdi, otobüs duraklarının ve fotoğrafta görülen devasa çeşmenin olduğu yer Floriana kenti. "Valletta nerede?" derseniz, Valletta havuzlu çeşmenin hemen arkasından başlıyor. Bu ülkede şehirler böyle yan yana...
Bu ara çeşmeye değinmeden geçmeyelim. Triton Fountain (Triton Çeşmesi), oldukça ünlüymüş. Şehrin ana otobüs terminalinin hemen önünde yer alan bu anıt çeşme, 1959 gibi yakın bir zamanda yapılmış.
Çeşme de üç büyük Triton heykeli var. Sırtlarında taşıdıkları geniş bir bronz kaseye su püskürtüyorlar.
Tritonlar ise Roma ve Yunan mitolojisinde Posedion'un habercileri olarak biliniyormuş. Böylece Malta’nın denizcilik kültürüne gönderme yapılmış.
Triton Çeşmesi'ni geçtikten sonra Avrupa'nın en küçük başkentlerinden biri olan Valletta'dayız. Aslında bulunduğumuz bu yere şehrin giriş kapısı da diyebiliriz.
Şehir kapısından sonra Valletta'nın en önemli ve en işlek caddelerinden birine yani Republic Street giriyoruz. Cadde; tarihi binalar, mağazalar, restoranlar ve kafeler ile çevrili.
Malta Parlamentosu, St. John's Co-Cathedral ve Grandmaster's Palace gibi önemli yapılar da bu cadde üzerinde...
Caddeyi trafiğe kapatmaları ne güzel olmuş. Buna paralel birkaç cadde ve sokaklarda da trafik yok. O yüzden biz valizlerle, sağa sola bakarak bu caddede ilerliyoruz. Otelimiz biraz ilerde...
Eveet Otel'e geldik. Biraz dinlendikten sonra Valletta'yı gezmeye hazırız. Hotel Pjazza Merkanti, butik bir otel. Buradaki binaların yapısıyla aynı, eski bir bina... Böyle olmasına rağmen odalar yenilenmiş modern ve temiz. Konum olarak iyi bir yerde ve merkezi.
Otelin önündeki ana cadde ve ara sokaklar restoran dolu. Özellikle hava kararınca sokaktaki masa ve sandalyelerin sayısı artıyor.
Artık Malta'yı anlatmaya başlayabilirim. Herkes haritada yerini az çok bilir ama bu ada ülkesini anlamak için çevresine de bakmak gerekir. Çünkü ülke yapı olarak bu coğrafyadan çoook etkilenmiş.
Malta, İtalya ile Tunus Arasına sıkışmış, Libya'ya da yakın bir ada ülkesi... Sicilya'ya uzaklığı ise sadece 93 kilometre.
Malta, haritada da görüldüğü gibi Akdeniz’in ortasında stratejik bir konumda olduğu için tarih boyunca birçok farklı medeniyetin etkisi altına girmiş. Fenikelilerden Romalılara, Araplardan St. John Şövalyeleri’ne kadar pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmış. En son 1964 yılında İngilizlerden bağımsızlıklarını almışlar.
Başkent Valletta ise başlı başına bir hikâye. UNESCO korumasında; dar sokaklar, taş balkonlu evler, katedraller... Sanki yürürken geçmişin içinden geçiyorsun. Tapınakları, şövalye hikâyeleri ve sömürge izleriyle bu ada, sadece deniz ve güneşten ibaret değil.
Valletta’nın dar sokaklarında yürürken, her bir taş bina zihnimde beklenmedik çağrışımlar uyandırıyor. Görkemli cephelerin ardında, bana nedense Antakya’yı hatırlatan bir sessizlik var. Sarı taşların sıcaklığı, ağır akan zaman, kapalı panjurların ardında gizlenen serinlik…
Mimari bazen bir köprüye dönüşüyor; geçmişle şimdi, uzakla yakın, yaşanmışla hayal arasındaki bir köprü gibi...
Valletta, işte tam da böyle bir şehir: tanıdık bir yabancı gibi.
Burası Avrupa şehirlerine benzemiyor. Sokakları baharat kokuyor. Belki de sokaklarında sıkça yemek yenmesinden, belki sıcak ve nemli havanın taşıdığı o tanıdık havadan... Ama ben o kokuyu tanıyorum. O koku, bir zamanlar bildiğim sokakların, bir sofranın, bir hatıranın kokusu.
Taş binalar, ahşap cumbalı balkonlar, kemerli geçitler… Her şey bir yerlerden tanıdık geliyor. Sanki daha önce yaşadığım, sonra kaybettiğim bir yerin yankısı dolaşıyor bu sokaklarda. Ve yürüdükçe içime hafif bir hüzün çöküyor. Yıkılan, geride kalan, artık dokunamadığım o çok sevdiğim şehrin gölgesi düşüyor üzerime...
Valletta sokaklarında yürürken gözüm yollardaki arabalara takılıyor, düşünüyorum da: Biz gerçekten araba kiralamayı mı düşünmüşüz? İyi ki düşünmekle kalmışız.
Şehirde yollar oldukça dar ve trafik, İngiliz sömürge döneminden kalma sistemle soldan akıyor. Valletta küçük bir şehir; yürüyerek keşfetmek hem daha keyifli hem de çok daha pratik.
Bu arada unutmadan söyleyeyim: Malta’da iki resmi dil konuşuluyor — İngilizce ve Maltaca. Maltaca’nın kökeni Arapçaya dayanıyor, özellikle de Tunus Arapçasına oldukça benzer olduğu söyleniyor. Ama zamanla İtalyanca, İngilizce ve Fransızcadan da pek çok kelime bu dile karışmış.
Kendi kendime düşünmeden edemiyorum... Biz Türkler, hiçbir zaman bir sömürge devleti olmadığımız için belki de ikinci bir dili konuşmakta zorlanıyoruz. Burada ise dil, tarih boyunca değişen egemenliklerin bir mirası gibi; sanki her kelime, geçmişten bugüne kalan bir iz taşıyor.
Bu kez yine yürüyerek Valletta’nın Büyük Limanı’na, yani Grand Harbour’a iniyoruz. Limanın tam karşı kıyısında, ‘Üç Şehirler’ olarak bilinen tarihi bölge yer alıyor. Sıradaki rotamız burası. Bu üç şehir: Birgu (diğer adıyla Vittoriosa), Senglea (ya da Isla) ve Cospicua (Bormla).



İskeleye geldiğinizde iki seçeneğiniz var: modern feribotlar ya da geleneksel dgħajsa yani küçük malta kayıkları... Kalkış noktaları yan yana ama vardıkları yerler farklı. Eğer nostaljik bir deneyim isterseniz, renk renk boyanmış bu küçük kayıklara binip Birgu (Vittoriosa) kıyısına ulaşabilirsiniz. Feribot ise sizi doğrudan Cospicua’da indiriyor.
Biz tabii ki nostaljiyi seçiyoruz. Rengârenk boyalı kayık hafifçe salınırken, Grand Harbour’un serin sularını geçip yavaş yavaş Birgu’ya doğru yola çıkıyoruz.
Burada üç şehirden bahsediyoruz ama hangisi nerede başlar bir diğeri nerede biter belli değil. Bir şehirden diğer şehre geçtiğinizi tabelalar dışında anlamanız oldukça zor; Birgu'da yürürken birkaç adım sonra kendinizi Cospicua’da bulabiliyorsunuz.Surlar, taş yapılar ve dar sokaklar bir şehirden diğerine geçerken adeta kesintisiz devam ediyor.
İlk durağımız Birgu. Neyse ki Küçük tekne devrilmeden karaya çıkıyoruz. Birgu, Malta'nın ilk yerleşim yerlerinden biri. Şöyle ki, Şövalyeler 1530’da Malta’ya geldiklerinde ilk olarak bu şehre yerleşmişler. Daha o zamanlar Valletta bile yokmuş.
Liman boyunca yürümeye başladığımızda karşınıza Malta Denizcilik Müzesi çıkıyor. Girmeseniz bile binanın atmosferi sizi yüzyıllar öncesine götürüyor.
Deniz kıyısındaki yürüyüş yolu, taş döşeli ve geniş ama kalabalık değil. Sağında sıra sıra dizilmiş tekneler, solunda yüzyıllık taş cepheler.
Liman boyunca sıralanmış kafeler ve restoranlar da var ama abartıdan uzak. İstersen denize sıfır bir masada bir kahve içebilir, istersen yürüyüşe devam edebilirsin.
Tekneler… Küçük balıkçı kayıklarıyla başlayıp, modern yatlara kadar uzanan bir yelpaze var burada.
Bazıları rengârenk boyanmış, iskeleye iplerle bağlı ama sanki bir fısıltıyla harekete geçecekmiş gibi hazır.
Diğerleri devasa yatlar; parlak metal gövdeleriyle denizin modern şövalyeleri gibi.Kıyı boyunca yürürken ayaklarının altındaki taşlar bir zamanlar şövalyelerin adımlarını da taşımış olabilir. Çünkü burası sadece bir marina değil; tarih boyunca
Akdeniz’in en eski tersanelerinden biri olmuş.
Sokaklar bizi yavaş yavaş Birgu’nun ucuna getiriyor. Karşımızda yükselen yapı Fort St. Angelo... Grand Harbour’a hakim bir konumda yer alan etkileyici bir kale... Burası Malta’daki en eski ve en stratejik askeri yapılardan biri... Orta Çağ'da küçük bir kale olarak inşa edilmiş, ancak 1530’da Malta’ya gelen
St. John Şövalyeleri tarafından büyük ölçüde güçlendirilmiş ve adanın savunma merkezi haline getirilmiş.
Özellikle 1565 Büyük Kuşatması sırasında kale, Osmanlılara karşı direnişin merkezi olmuş ve Malta'nın düşmemesinde kilit rol oynamış.
Birgu’dan Senglea’ya yürümek bir köprü kadar. Surların arasında saklanan daracık sokaklar, güneşin yarı aydınlattığı taş merdivenlerle dolu.
Üçlü yolculuğun son durağı Cospicua. Daha az turistik, daha gerçek. Çocuk sesleri, alışveriş torbaları taşıyan yaşlılar, açık kapılardan yayılan yemek kokuları... Burası yaşayan bir mahalle...
Daha sonra bu şehirden feribota binerek Vallettaya geri dönüyoruz.
Valetta bu sefer başka bir yüzünü gösteriyor. Sokaklarda masa ve sandalye sayısı artmış. Sabah boş olan kaldırımlar şimdi küçük sofralarla dolmuş.
Kimi iki kadeh şarapla günü bitiriyor, kimi sadece göz göze konuşuyor.
Bazı masalardan kahkaha geliyor, bazıları sessiz.
Yorgun ama mutlu adımlarla Republic Street’e doğru ilerliyoruz. Lokantalardan sarımsaklı zeytinyağlı kokular yükseliyor, uzaktan gelen bir keman sesi sokak boyunca yankılanıyor.
Bir köşeye ilişmiş küçük bir kafeye oturuyoruz. Adını hatırlamıyorum, ama önemi yok. Bir bardak şarap, belki yanında biraz “bigilla” sürülmüş çıtır ekmek.
Ve günün sonunda şehirle baş başa kalıyorsun.
Yorulmuş ama huzurlu.
Bugünkü programda yan yana duran iki şehir var: Rabat ve Mdina.Yine toplu taşımayı tercih ediyoruz. Otobüs bizi genişçe bir meydana bırakıyor. (Bütün otobüsler Valletta'nın girişinden kalkıyor.) Önce Rabat’ı gezmeye başlıyoruz.
Fotoğrafta da görebileceğiniz gibi, dar sokaklar, taş binalar ve cumbalı balkonlar bu şehrin ruhunu oluşturmuş. Sanki her köşe başı bir kartpostallık kare sunuyor. Evlerin duvarlarında dini figürler, kapı önlerinde saksılar, yolda sessizce yürüyen birkaç yerli…
Rabat, Mdina'nın hemen dışına kurulmuş, daha geniş ve canlı bir yerleşim. Zaten ismi de Arapça kökenli; “banliyö” demekmiş. Gerçekten de, Mdina'nın tarihî ve sessiz surlarının hemen dışında uzanan bu şehir, daha gündelik bir yaşamın izlerini taşıyor.
Aralarındaki mesafe o kadar kısa ki, birinden çıkıp diğerine geçmek için uzun uzun yürümek gerekmiyor. Mdina’nın ana kapısından çıktığınızda, birkaç adım sonra Rabat’ın içindesiniz zaten. Bir sınır yok, ama atmosfer değişiyor; biri sessizliğin, diğeri hayatın içinde.
Mdina şehrine, ihtişamlı bir kapıdan, Mdina Gate’ten giriliyor. Bu kapıdan adımınızı attığınızda, bir anda yüzyıllar öncesine ışınlanmış gibi hissediyorsunuz. Taş duvarlar, sessiz sokaklar, yüksek kemerli geçitler... Mdina'nın "Sessiz Şehir" unvanı burada hemen kendini hissettiriyor.
Benim için burayı özel kılan bir başka detay daha vardı: Game of Thrones!
Dizinin ilk sezonunu izleyenler hemen hatırlayacaktır; King's Landing'e giriş sahnesi tam olarak bu kapının önünde çekilmişti. O sahneyi aklımda canlandırarak kapıya doğru yürümek çok keyifliydi.
Mdina, Malta'nın eski başkenti.Bugün hâlâ taş sokakları, görkemli kapıları ve geçmişin izleriyle ayakta duruyor. Genellikle “
Sessiz Şehir” olarak anılıyor.
Mdina’ya bu ismin verilme sebebi, şehrin motorlu taşıtlara tamamen kapalı olması.
Sadece özel izinli birkaç görevli araçlarıyla içeri girebiliyor. Onun dışında ne korna sesi var, ne egzoz kokusu, ne de bir motor uğultusu. Sadece ayak sesleri, rüzgâr ve bazen bir çan sesi... Hepsi bu.
Zamanında devlet büyükleri, din adamları, soylular burada yaşarmış. Belki de bu yüzden şehir tarih boyunca hep saygı, sakinlik ve ağırbaşlılıkla özdeşleştirilmiş.
İki şehri gezdikten sonra tekrar Valletta'ya dönüyoruz. Sessizliğin ve taş sokakların büyüsünden biraz olsun sıyrılıp modern hayata dönüyoruz diyebilirim. Ama bu seferki dönüşümüzün bir amacı daha var:
biraz alışveriş! Sokaklar hâlâ sıcak ama olsun mağazalara girip hem bakınıyor hem de serinliyoruz.
Valletta’nın dükkânları genel olarak butik tarzında; zincir mağazalardan çok yerel esnafa ait küçük ama karakterli yerler var. Kimisinde danteller, kimisinde Malta taşıyla yapılmış takılar, kimisinde ise nostaljik afişler ve el yapımı sabunlar... Birkaç torbayla birlikte dışarı çıkarken fark ediyorum ki: hem şehri gezmişim, hem de biraz serinlemişim. Üstelik çaktırmadan birkaç da hediye kapmışım. Fena mı?
Ertesi gün, rotamızı kuzeye çeviriyoruz. Önce Sliema’ya geçeceğiz; oradan da Malta'nın en çok merak edilen iki adasına, Comino ve Gozo’ya…
Sliema, daha önce teknelerle ulaştığımız Üç Şehirler’in tam zıttı yönünde yer alıyor. Bir gün önce Grand Harbour’un doğusunda, surların ve tarihin içinde saklanan sokaklarda dolaşmıştık. Bugünse Marsamxett Limanı'nın batı kıyısına geçiyoruz: daha modern, daha hareketli bir yüz bizi bekliyor.
Valletta'da yeni bir sabaha uyanıyoruz. Sokaklar henüz tam anlamıyla canlanmamış. Valletta’nın içlerinden, Marsamxett Limanı’na doğru yürümeye başlıyoruz. Yol inişli çıkışlı, bazen dik merdivenler, bazen dar yokuşlar karşımıza çıkıyor. Bu şehirde yürümek sadece bir yerden bir yere ulaşmak değil; sokak aralarında tarih solumak, deniz manzarasının aniden bir köşe başından çıkıvermesiyle şaşırmak demek.
Nihayet limana yaklaşıyoruz. Aşağıda küçük bir iskele bizi bekliyor. İşte burası, Sliema’ya geçen feribotların kalktığı yer. Karşımızda Sliema’nın silueti uzanıyor. Sahil boyunca sıralanmış modern binaları görünce bir an durup şaşırıyorum. Malta’yı kafamda hep taş yapılardan, tarih kokan dar sokaklardan ibaret sanmışım. Oysa karşı kıyı, sanki başka bir memleket gibi…
Ama asıl dikkatimizi çeken, hemen karşıda, denizin ortasında duran, Valletta ile Sliema'nın arasına sokulmuş küçük bir ada; Manoel Adası ve onun tam ortasına yerleştirilmiş görkemli bir yapı: Fort Manoel Kalesi uzanıyor. Fort Manoel, Valletta'nın kuzey cephesini savunmak amacıyla 18.yüzyıl da inşa edilmiş.
Feribot iskeleye yanaşıyor. Yolcuların bir kısmı sabah kahvesiyle elinde sıraya girmiş, kimileri sadece manzarayı izliyor. Biz de aralarına karışıyoruz. Tekneye adım attığımızda, Valletta arkamızda yükseliyor.
Surları, kuleleri ve yokuşlu sokaklarıyla, bir açık hava müzesi gibi... Tekne motorunu çalıştırıyor ve yavaş yavaş limandan ayrılıyoruz. Bir tarafta Manoel Adası, diğer tarafta ise açık denize uzanan sahil şeridi ile Sliema uzanıyor. Yolculuk kısa ama manzarası uzun zamandır aklımızda kalacak türden.
Denizin ortasında, iki farklı Malta yan yana duruyor gibi: Biri geçmişin sessiz anlatıcısı Valletta, diğeri bugünün hareketli yüzü Sliema. Bizse ikisi arasında, birkaç dakikalık bir yolculukla birinden ötekine geçiyoruz. Ama sanki zaman da bizimle birlikte yer değiştiriyor. Bu tezat ilk başta garip geliyor ama sonra fark ediyorum ki, Malta’nın güzelliği belki de tam burada yatıyor.
Sliema’da feribottan iniyoruz. Sahil yolu boyunca yürürken ilk işimiz, Comino, Gozo ve Blue Lagoon turu için bilet satan gişeyi bulmak oluyor. Zaten iskeleden çıkar çıkmaz birkaç tabela gözümüze çarpıyor. Tur firmaları yan yana dizilmiş, hepsi rengârenk broşürlerle dolu. Birkaç soru-cevap derken biletlerimizi alıyoruz. Her şey hazır. Sıradaki durağımız, bir başka feribot... Bu kez daha büyük bir tekneye geçiyoruz ve tur başlıyor. Yolculuk yaklaşık bir buçuk saat sürüyor ama şikayetçi değilim. Çünkü manzara yol boyunca bir an olsun sıkmıyor.
Keyifli bir deniz yolculuğundan sonra Feribot, Gozo’nun ana limanı olan
Mgarr’a yaklaşıyor. Gozo, Malta takımadalarının ikinci büyük adası. Sessiz sakin bir yere benziyor.
Feribotlar buraya ulaşana kadar Gozo sessiz, sakin, adeta kendi hâlinde bir ada görünümündeydi. Ancak karaya ayak bastığımız anda manzara değişiyor. Limanda sıra sıra dizilmiş “hop-on hop-off” otobüsleri bekliyor. Her biri başka bir dilde anons yapıyor, turist kafilelerinde bir koşturmaca...
Güneş tepemde, insanlar etrafımda, sıcak da iyice bastırmış... Ve dürüst olayım: o an tek istediğim gölge bir yer, sessizlik ve bol buzlu bir limonata.
Neyse, geldik artık kalabalığın peşine takılıp biz de bir “hop-on hop-off” otobüsüne biniyoruz.
Otobüs hareket ediyor ama rüzgâr yok. Sanki yürüyen bir fırının içindeyiz. Bir noktada göz göze geldiğimiz bir turist bana başıyla "sıcak ha?" işareti yapıyor. Ben de gülümsüyorum. “Sıcak ne kelime, burası güneşle aramızdaki son mesafe” demek geliyor içimden!!!
Bu adaya yeşil demişlerdi. Sanırım Valletta'ya göre kıyaslamışlar. Kaktüsler yeşillikse ona ok. Meksika'da bile görmediğim kadar çok kaktüs var etrafta. Gerçi Malta'da su sorunu var. Suyu denizden arıtarak elde ediyorlar. O yüzden musluktan su içilmiyor tadı çok kötü.
Sonuçta, bunca şey anlattım da neden bu 'hop-on hop-off' otobüse bindiğimizi anlatmadım?… Gozo’nun başkenti Victoria'ya gidiyoruz. Haritada adı Victoria, ama buranın yerlileri hâlâ ısrarla Rabat diyor.
Zaten Malta’da her yerin iki ismi var gibi... biri tarih kitaplarından, diğeri halkın dilinden.
Victoria adı, 1800’lerde Kraliçe Victoria’nın tahta çıkışının 50. yılı şerefine verilmiş ama belli ki Gozo halkı “isim değişikliklerine” pek gönül vermemiş. Sonuçta burası adanın kalbi, her yol buraya çıkıyor.
Rabat’ın merkezinde genişçe bir meydana çıkıyoruz. Ortasında tüm ciddiyetiyle yükselen
Aziz George Bazilikası karşılıyor bizi. Dışarıdan bakınca etkileyici, ama ben artık kilise gezme işini biraz askıya aldım. Çok özel değilse içeri girmiyorum açıkçası hepsi birbirine benziyor gibi geliyor: biraz sütun, biraz vitray, biraz sessizlik…
Meydanın etrafı kafelerle çevrili. Gölgelikler var ama yetmez, bu sıcakta tek kriterim belli: klima... Kliması olan bir kafe gözümüze kestirip kendimizi içeri atıyoruz.
Şehrin tam ortasında, tepede, gururla duran bir yapı var:
Cittadella.
Ortaçağ'dan kalma tarihi kaleye, yüzyıllar boyunca adalılar, denizden gelen korsan saldırılarından korunmak için sığınmış.
Bugünse turist akını var. Ben de bir turist olabilirim ama bu sıcakta hem de yokuş çıkarak o tarihi binaya çıkmayı hiç gözüm yemedi.
Biraz kendime gelince dışarı çıkıp şehri dolaşmaya başladık. Güneş hâlâ inatçıydı ama artık gölgede gezinebilecek kadar toparlamıştım.
İlk fark ettiğim şey,
her evin cephesinde bir aziz, bir Meryem Ana, bir haç figürü olmasıydı. Kimisi renkli seramikten, kimisi duvar sıvasına gömülü... Sanki şehir değil de açık hava şapeli geziyormuşum gibiydi.
Gozo'nun bu kasabasında koyu Katolik bir dokunun hâlâ çok canlı olduğu hissediliyordu.
Bu kadar fazla dini simgenin arasında yürürken, bir dükkân vitrininde dantel örtüler ve seramik objeler gözümü aldı. Meğer burası el işçiliğiyle meşhurmuş. Küçük dükkânlarda hâlâ elinde tığla çalışan kadınları görmek mümkün. Dantellerin arasına saklanmış küçük kartpostallar, ahşap oyma figürler ve bolca kutsal sembol...
Şimdi gelelim hayaller ve gerçeğe...
İki saatlik Gozo keşfinden sonra tekrar limana dönüyoruz. Bu sefer yönümüz Comino Adası. Burası neredeyse tamamen bakir, üzerinde birkaç bina dışında pek bir şey yok. Zaten adaya gelen herkesin asıl hedefi belli: Blue Lagoon.
Tekne, Comino kıyılarına yaklaşırken denizin rengi neredeyse gerçek dışı bir turkuaza dönüşüyor. Öyle bir mavi ki, suyun üstüyle altı arasındaki sınır kayboluyor sanki.
İtiraf edeyim… Blue Lagoon’a yaklaşırken o kartpostallardaki cennet görüntüsünü bekliyordum. Hani şu “ıssız koy, turkuaz su, huzur dolu ortam” hayali var ya… Eh, gerçek biraz daha farklıymış.
Tekne kalabalığı öyle bir seviyede ki, sanki her turist rehberi aynı anda “Blue Lagoon’a gidin!” demiş. Su güzel mi? Evet. Berrak mı? Kesinlikle. Ama etrafta o kadar çok sandalye kiralayan, şemsiye diken, fotoğraf çeken, drone uçuran, bağıra bağıra konuşan insan var ki… Bir noktada kendini plajdan çok bir fuar alanında gibi hissediyorsun.
Kayalıklar zaten dar, oturacak yer kısıtlı. İnsanlar bir kayaya tutunmuş, birer havluya yer kapma telaşında. Bazıları öyle bir şekilde yüzmeye çalışıyor ki, "Tanrım ben nereye düştüm?" diyorsun.
Ama su çok cezbedici, hiç kayalıklara çıkmadan tekneden suya atlıyoruz.
Blue Lagoon’da geçirilen birkaç saat sonunda biz de dönüş yoluna geçiyoruz. Tekneye bindiğimizde herkesin üstünde aynı yorgunluk var.
Yaklaşık bir buçuk saatlik dönüş yolculuğundan sonra limana varıyoruz. Sliema ve Valletta yine karşımızda yine çok farklı... Güneş hâlâ orada ama artık tepemizde değil, yavaş yavaş batıya kayıyor. Valletta’nın taş duvarları akşam ışığında bal rengine dönmüş. Başkent şimdi yumuşamış, kabuğunu bırakmış gibi. Daha davetkâr. Daha içli. Daha insani...
Akşam yemeğini bu kez Sliema'da alıyoruz. Kordonda hafif rüzgarın eşliğinde yürüyüşle birlikte hava iyice kararıyor.
Bu fotoğrafı Sliema da bindiğimiz tekneden çekiyorum. Akşam Valletta'da başka akıyor. Bazı şehirler gündüz güzeldir. Valletta ise akşam olurken kendini anlatıyor.