KOLOMBİYA


Teninin altında yanan ateş benim
Susuzluğunu dindiren su benim
Ben bir kale, hatta kuleyim
Seni durmadan koruyan güç benim
Sen ise içime çektiğim nefes, denizin üzerindeki ay ışığısın
Sana olan arzum o kadar büyük ki
Seni boğmasından korkuyorum..... diye devam edip giden bir parça...
Sözü nereye getirmek istediğimi anlamış olmalısınız, Narcos dizisinden bahsediyorum.
Evet, bir çoğunuz gibi ben de bu diziyi beğeniyle izledim. Üstelik, basit bir beğeni de değildi benimki... Bedenim burada, ruhum Kolombiya'da vaziyetinde izledim.
"Neydi beni bu dizide etkileyen?"diye sordum kendime...
Dizinin jenerik müziği olabilir miydi? Ya da Kolombiya'nın içine eden Pablo Escobar?
Belki gecekondulardaki yaşamdı beni çeken. Sınırsız güç de olabilirdi. Zalimliğin yanında yakaladığım duygusallık olabilir miydi acaba?
Ya da jenerikte gösterilen; merdivene atlayan askerin sağ ayağını sol ayağının yanına atışı mıydı?:))
Bilmiyorum!!! Bildiğim tek bir şey vardı "Medellin'e gitmeliydim!"

Bu konuda araştırma yaparken "360" adını verdiği dünya turunu takip ettiğim Kerimcan Akduman'ın düzenlediği Kolombiya gezisi gözüme takıldı.
Gezinin içinde Medellin olduğu gibi bir de yanında "Amazon" gibi koca bir bonusu vardı.
Uzun zamandır içimde uyuttuğum seyahat tutkum yeniden alevlendi. Gitmeliydim; Kolombiya'nın havasını koklamalı topraklarına ayak basmalıydım.
Ve.... sonunda Bogota'ya kalkan uçağın birinde biz de vardık. Yolculuk tam 13 saat sürdü.

BOGOTA
Sonunda Bogota'daydık.
2640 metre yüksekliğe kurulmuş olan şehir, dünyanın en yüksek rakımlı üçüncü başkent ünvanına sahip.
Kentin yaklaşık 8-9 milyon civarında bir nüfusu var ve bu nüfus yerleşim olarak oldukça geniş bir alana yayılmış.
Merkezde yüksek katlı binalar göze çarpsa da Bogota için modern bir şehir tanımlamasını yapmam zor! Ama kötü mü? Değil! Ancak ilk bakışta cezbedici de değil!

Hemen yeri gelmişken hatırlatayım; Bogota ekvatora oldukça yakın bir ülke. İlk anda insanın aklına sıcak bir iklim geliyor. Ancak burası yüksek rakımdan dolayı sıcaklığı ve nemi hissetmeyeceğiniz bir kent. Hatta akşamları bayağı bir soğuk oluyor.
"Bogoto'da şemsiyesiz sokağa çıkılmaz" diyorlar. Gerçekten de gün içinde havanın durumu sürekli değişkenlik gösteriyor. Bir güneş açıyor bir bulutlanıyor sonra yağmur yağıp tekrar güneş açarken anlıyorsunuz ki buranın havası aynı bahar tadında...












Gidiş ve gelişte olmak üzere Bogota'da sadece iki gece bir gün kaldık ve o bir gün birçok yolun kapandığı pazar gününe denk geldi. Bu yüzden panaromik de olsa şehri tam olarak gördüğümüz söylenemez.
Gerçekten de Bogota'da pazar ve resmi tatil günleri şehrin işlek ana caddeleri motorlu taşıtlara kapanıyor ve söylendiğine göre 1,5 milyondan fazla insan trafiğe kapalı bu caddelerde spor yapıp bisiklete biniyormuş.
Kıskanmamak mümkün değil!
Olayın diğer ilginç tarafı da Bogota'da bisiklet ve yürüyüş yolları taa 1950'lerde oluşturulmaya başlanmış.
Günümüzde ise -sıkı durun- bisiklet yollarının toplam uzunluğu 300 km'ye ulaşmış.

La Candelaria
La Candelaria, Bogota'nın buram buram tarih kokan bir bölgesi. Kentin en eski kısmı ve çekirdeği. Bogota ilk burada kurulmuş ve buradan büyümüş.
Kolonyal evleri, grafitileri, müze, kilise ve tarihi alanları ile meşhur. Başkanlık sarayı, meclis bile burada.
Burası Bogota'nın kalbi!
O yüzden kenti tanımaya ilk bu bölgeden başlıyoruz.
La Candelaria'da birçok sanat müzesi bulunmakla birlikte bunların içinde en ünlü olanı "Museo del Oro" yani "Altın Müzesi"... ilk ziyaret yerimiz burası.



















Müzede, 55.000 adet arkeolojik ve sanatsal eserden 6.000 tanesi sergileniyor ve Bogota'daki bu müze dünyanın en büyük altın müzesi olma ünvanına sahip.
Buradaki eserler Kolomb öncesine ait. Gerçi ülkenin adı Kolombiya olmakla birlikte Kristof Kolomb bu topraklara hiç gelmemiş ama onun yerine Alonso de Ojeda bir grup İspanyola öncülük etmiş.
İşte, İspanyol sömürgeciler gelmeden önce bu topraklarda farklı kültüre sahip yerel kabileler yaşarmış. O zamanlar bölgede altın o kadar çokmuş ki yerliler kullandıkları birçok eşyayı -yemek yedikleri kapları bile- altından yapmışlar. İbadetlerini, günlük yaşamlarını, savaşlarını hep bu altını işleyerek anlatmışlar.
İspanyollar buraya geldiğinde bunca altın bolluğu karşısında eminim hepsinin gözleri yerinden oynamıştır.
Sonucu tahmin etmek zor olmasa gerek;)
Tabii ki sömürgeciler ne var ne yok buldukları tüm altınları gemilerle İspanya'ya götürmüşler.
Sözün kısası, müzede sergilenen sanat eserleri  İspanyolların arayıp da bulamadıkları altınlardan oluşuyor.











Müzeden çıkışta kapının önünde birçok seyyar satıcı gördük.
Gözüme ilk olarak tabii ki kahve satıcısı ilişti, sonra bir pamuk helvacı derken... karınca satan bir kadın hepimizin ilgisini çekti.
Tezgaha yaklaşınca bunun karınca kızartması olduğunu öğrendik.
Meğer bu minik paketlerde satılan karıncalar yüzyıllardır Kolombiya'da çerez niyetine yeniyormuş.
Üstelik oldukça da kıymetliymiş.
Karıncaların özellikle büyük popolu bir türü -Latin karınca bunlar;))-ilkbahar geldiğinde toplanıyor isteğe göre ya kızartılıyor ya da tuzla kavruluyormuş.
Oldukça besleyici, protein deposu ve doymuş yağ oranının düşük olduğu söyleniyor ve bazı yerliler tarafından afrodizyak amaçlı tüketiliyormuş.
"Aranızda bu karıncalardan yiyen oldu mu?" diye soracak olursanız...
Cevabım; EVEEEET!

Müzenin hemen yanında bulunan "Souvenir Market" Kolombiya'dan hatıra eşya almak isteyenlerin tüm ihtiyacını karşılayacak büyüklükte... Uğramadan geçmeyin derim. Hem fiyatlar uygun hem de çeşit çok fazla.
Ayrıca içinde mola verebileceğiniz güzel bir kafeye de sahip.

La Candelaria'da birçok yere yürüyerek gidebilirsiniz.  Müze çıkışından sonra biz de öyle yaptık ve arnavut kaldırımlı sokaklarıyla, duvarları rengarenk grafiti sanatının en güzel örneklerine sahip asırlık evleri olan bir mahalleye geçtik.















Aslında grafiti sanatını sadece bu mahallede değil şehrin birçok duvarında görmek mümkün.
Yakın bir zamana kadar Bogota'da grafiti yapmak yasakmış. Çünkü birçok otorite "grafiti"yi "Hukuki, politik ve dine karşı gelme ve isyan" aracı olarak görüyor.
2011 yılına gelindiğinde ise Bogota'da 16 yaşında bir genç elinde sadece boya kapları varken polis tarafından öldürülmüş.
Bir de bunun üzerine Justin Beaber, konser vermek üzere Bogota'da bulunduğu bir sırada, polis yanındayken duvar resmi yapması bardağı taşıran son damla olmuş.
"Bizim çocuklarımız ölürken aynı polis bir yabancıyı koruyor" diyen halk protesto gösterilerine başlamış.
Sonunda olaylar o kadar büyümüş ki Bogota Belediye Başkanı şehirde grafiti yapımını serbest bırakmak zorunda kalmış.

Gerçi grafiti yapma nedenlerinden biri de, duvar resmini yaparken duyulan yakalanma heyecanı ve bunun sonucu ortaya çıkan adrenalin olsa da belediyenin aldığı bu son kararla, heyecan yerini sükunete bırakmış olmalı.
Ancak öyle ya da böyle sonuçta ortaya çıkan iş muhteşem!
Yukarıda fotoğrafta görülen yerli kadın grafiti ise tüm duvar resimlerinin "Mona Lisa"sı olarak nitelendiriliyor.
Gerçekten hayranlık duymamak elde değil!

Burası yine La Candelaria bölgesinde bulunan Plaza Chorro de Quavedo...
Bogota, sömürge döneminde İspanyollar tarafından 1538 yılında on iki ev ve küçük bir şapel ile ilk burada kurulmuş. O, on iki evden bir tanesi ise günümüze kadar gelip ayakta kalmayı başarabilmiş.
1832 yılında ise soyadı Quavedo olan bir rahip su sistemi olmayan bu alana halk faydalansın diye -hala meydanın orta yerinde duran- çeşmeyi inşa etmiş. Buranın sakinleri de teşekkür amaçlı bu alana rahibin adını vermişler. "Chorro Quavedo" (Quavedo Çeşmesi)














La Candelaria'nın sokaklarında ilerlerken genç nüfusun fazlalığı dikkatimi çekiyor.
Öğreniyorum ki, Bogota bir üniversite şehri! Sadece bu kadarla da kalmayıp Latin Amerika ülkeleri arasında eğitim seviyesi en yüksek olan ülkenin Kolombiya olduğunu da öğreniyorum.
Ayrıca, burası onlarca üniversitenin yanında yine onlarca kütüphane, müze ve tiyatroya sahip oldukça entellektüel bir şehir.
Bu ülke ile ilgili olumsuz fikirlerim yavaş yavaş değişiyor.
Şimdi önümde tanımaya çalıştığım ve beni şaşırtan bir Kolombiya var.
Ama bir taraftan da sokaklarda hala birçok askerin olması, uyuşturucu ticareti ve terör nedeniyle dünyanın en tehlikeli ülkeleri arasında gösterilen Kolombiya'yı akla getirmiyor desem yalan olur.
Aslında bu ülkede gerçek anlamda can güvenliğinin olmadığı söyleniyor. Biz bariz bir şey ne gördük ne de hissettik. Sadece taksiye binmeme konusunda uyarı aldık ona da çözüm olarak "Uber"önerildi.

Plaza de Bolivar (Bolivar Meydanı)
La Candelaria'nın dar ve renkli sokaklarından sonra geniş bir alana çıkıyoruz; Plaza de Bolivar'a...
Meydanın ismi, İspanyollara karşı yürüttüğü bağımsızlık zaferini kazanan daha sonra da Kolombiya başkanı olan Simon Bolivar'dan geliyor.
Meydan o kadar büyük ki, tümünü bir anda görüntülemek çok zor. Çevredeki binalar da bir o kadar heybetli!
Bolivar Meydanı'nın en dikkat çekici yapısı 1807-1823 yılları arasında inşa edilen Primada Katedrali... Daha sonra Kardinal Sarayı, Kongre Binası, Adalet Sarayı, Parlamento Binası ve cumhurbaşkanlığına ev sahipliği yapan Narino Sarayı meydandaki diğer tarihi binaları oluşturuyor.
Meydanın orta yerinde ise elinde kılıcıyla Simon Bolivar'ın heykeli yer alıyor.

Ama benim için en dikkat çeken yer tabii ki parlamento binası oluyor. Çünkü diziden hatırlıyorum:)
Hani Pablo Escobar'ın milletvekili seçildikten sonra kapıda ödünç kravat alıp mutlu mesut bir biçimde parlamento sıralarına oturduğu bina. Sonra da fena dumura uğradığı yer.
Neyse, seyretmeyenler vardır. Daha fazla anlatmayayım:)

Bogota'yı tepeden seyretmek istiyorsanız 3152 metre yüksekliğindeki Monserrate'ye çıkmalısınız. Bunun için iki yol var; ya füniküler ya da teleferiğe binmek!
Teleferiğin önündeki turnikeler dolup kuyruk yola kadar taşınca bize fünikülere binmek düştü. Orada kuyruk yok muydu? Vardı, ama olsun boyu daha kısaydı.


Bogota'yı tepeden seyretmek için Monserrate'ye çıkmalısınız dedim ya, aslında Bogota'nın sisli puslu her an yağmur yağacakmış gibi duran havasında manzara seyretmek zor!
"Tepede, manzaradan başka görülecek ne var?" derseniz... "17. yüzyıldan kalma bir kilise var" diyeceğim ama orayı da gidip görmedik. Çünkü; 13 saatlik uçak yolculuğunun hemen ardından hiç dinlenmeden Bogota turuna çıktık. Hele ki bunca yükseklikte zor nefes alıp bacaklarımız bizi taşımaz haldeyken ne yalan söyleyeyim gözümüz kilise görmedi.
Ancak ister yorgun olun isterse olmayın Monserrate Tepesi'nde her şartta sizi mutlu edecek bir restoran var. İsmi "Casa Santaclara"...
Yerel tatlar açısından oldukça iyi bir yer. Özellikle Kolombiya mutfağının sevilen çorbalarından, içinde patates, tavuk ve mısır bulunan Ajiaco kaçırılacak gibi değil.

Akşamüstü, koloni döneminden kalmış olan bir semt "Usaquen''e gidiyoruz. Amacımız San Alejo bit pazarını gezip alışveriş yapmak.
Burada; sanatçı, koleksiyoncu ve küçük üreticiler her pazar günü antika, el işi ve otantik eşyaları satmak üzere toplanıyorlarmış.
Biz de çanta, şapka, magnet derken bu renk cümbüşünün içinde kaybolduk.
Özellikle, Kolombiya'ya özgü olmakla birlikte tüm dünyada moda olan "Wayuu Mochila" örgü çantaları değişik renk ve desenleriyle pazarda satıştaydı.
Türkiye'nin en seçkin mağazalarında 650 Lira'ya gördüğüm çantalar burada 100-150 Lira'ya satılıyordu. Bogota Havaalanında ise 86 Euro etiket koymuşlardı.
Bu çantaların en büyük özelliği, Kolombiya'nın Wayuu kabilesindeki kadınlar tarafından tamamen elde örülmesi. Tabii ki "handmade" olunca bir çanta diğerine benzemiyor. Sonuçta, aldığınız her parça sadece size özel!

Bu ara konu alışverişten açılmışken yazayım. Kolombiya'da 1 Dolar; 3000 Kolombiya Pesosu (COP) yapıyor. Yaklaşık 1 Lira'da, 850 Pesoya denk düşüyor. Hesap biraz karışık;)
Bunun yanında, yanınızdaki döviz; ister Dolar, isterse Euro olsun bunu piyasada kullanamıyorsunuz. Ülkeye giren yabancı paranın burada kayıt altına girmesi gerekiyor. Bu yüzden bu ülkede döviz bürosu yok!
O zaman ne yapacaksınız? Birçok formaliteleri yerine getirdikten sonra elinizdeki dövizi havaalanında bozdurmak en mantıklısı ya da devlet bankasına gideceksiniz.

Karanlık çöktüğünde Zona Rosa'daki otelin yolunu tutuyoruz.
Zona Rosa, Bogota'nın zengin ve modern yüzünü temsil eden bir semt ve kentin gece hayatının merkezi olarak ünlenmiş.
Aynı zamanda lüks tasarım mağazaları, elit restoranlar, canlı müziğin olduğu gece kulüpleri ve casinolar da bu bölgede toplanmış.

Yine aynı bölgede bulunan Andres DC,  Bogota'nın en iyi et lokantalarından biri... Bogota'da kaldığımız iki akşam da yemek burada alındı.
Önceden rezervasyon yapmak şart, inanılmaz kalabalık bir yer. Her yaşta insanın yemek yemekten çok salsa yaptığı eğlenceli bir mekan.
Zaten Kolombiya gördüğüm kadarıyla eğlenceli, güler yüzlü ve iyi insanların ülkesi...















LETİCİA
Ertesi sabah Bogoto'dan uçağa bindik ve 2 saat süren bir yolculuk sonrası ülkenin en güneyine, Amazon bölgesinin başkenti Leticia'ya geldik.

Leticia'nın Alfredo Vasquez Cobo Havaalanı'na indiğimizde, acımasız bir sıcaklığa ama ondan daha önemlisi inanılmaz nemli bir havanın içine düştük.
Gün batımında ise bildiğimiz bir gerçek vardı; vahşi sivrisinekler bizi bekliyordu:)
İşte bu yüzden bu bölgelere seyahat yapacaksanız mutlaka ama mutlaka "Sarı Humma" aşınızı olmak durumundasınız. Sıtmaya karşı da sağlık kuruluşlarından yardım alabilirsiniz.

Amazon eyaletinin başkenti olan Leticia, bir kent havasından çok, küçük bir sınır kasabasını andırsa da yüzlerce kilometre kare içinde burdan daha büyük başka bir şehir yok!
Nüfusu ise yaklaşık 33 bin civarında...

Şehir, Kolombiya, Peru ve Brezilyanın buluştuğu kesişim noktasında ve Amazon Nehri'nin de hemen kıyısında...













Komşu üç devletin bölgede bulunan şehirleri; Kolombiya(Leticia) Brezilya(Tabatinga) ve Peru(Santa Roza)
Bölgede, aynı kadere sahip bu üç kent kendi aralarında özel bir statüye sahipler. Ülke değiştiriyor olsanız bile bir şehirden diğerine pasaportsuz geçebiliyorsunuz.
Aynı yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi; Otelimizin bulunduğu yerin iki arka sokağı Brezilya'ydı. Yürüyerek gittik.
Bir anda bayrak değişti, İspanyolca gitti yerini Portekizce aldı.
Dünya gerçekten çok küçük:)

Hemen hiç bir sanayi kuruluşunun bulunmadığı Leticia'da kauçuk toplama başlıca ekonomik etkinlik.
Kısıtlı ulaşımdan dolayı kente gazete gelmiyor. Gelmediği gibi basılmıyor da... Ayrıca posta sistemleri de yok!
Arazi şartları ve iklimden dolayı tahıl yetişmiyor. Büyükbaş hayvanın da olmadığı kentte en çok tavuk ve balık tüketiliyor.
Tabii tüm bu yoklukların yanında inanılmaz bir meyve bolluğu var.
İşte Allah'ın unuttuğu bu bölge, uzun yıllar uyuşturucu kaçakçılarının arayıp da bulamadıkları bir yer olmuş.
Yakın zamana kadar da FARC terör örgütünün saklanmak için kullandığı son yerlerden biri...













Şehrin büyük bir pazarı var. Sebze ve meyvenin yanında pazarda en büyük yeri balık tezgahları tutuyor.
En revaçta olan balık ise "piraruku"
Çünkü 3-4 metreyi bulan boyu, 200 kg'a kadar çıkan kilosuyla etli ama bunun yanında çok da lezzetli bir balık.
Gerçi son yıllarda gereğinden fazla avlandığından bu boydaki piraruku'lara pek rastlanmıyormuş.
Bu dev balığın bir ilginç özelliğini daha öğrendim; diğer balıkların aksine, suyun dışında da oksijen solunumu yapabiliyorlarmış.













Leticia'nın dış dünyaya karayolu bağlantısı yok. Ulaşım, hava ve nehir yolundan sağlanıyor.
En yakın karayolu ise 800 km ötede!!!      
Kentin içindeki toplam asfalt yolun uzunluğu ise sadece 18 kilometre.
Ama ilginç olan şey ise, az olan o yolun bile bir kısmı bisikletler için ayrılmış.

Burası da Leticia'da yaşayanlar için hayati önem taşıyan liman yolu.
Biz Amazon yağmur ormanlarına kurak mevsimde gittiğimizden -gerçi kurak zamanda bile her gün yağmur yağıyordu- Amazon Nehri'nin küçük kollarında çok az su vardı.
Yağışlı mevsimde ise nehir yatağı dolup yamaçtaki evlerin seviyesine kadar su yükseliyormuş.
Yukarıdaki fotoğraflarda da görüldüğü gibi bazı binaların altına büyük kütükler bağlanmış. Şimdi karaya oturmuş gemi gibi duran bu yapılar su seviyesi yükseldiğinde aynı bir sal misali nehirde yüzmeye başlıyormuş.

Nehir havzasındaki evler, suyun yükselmesine karşı kalaslar üzerinde duruyor.

Amazon Nehri üzerindeki liman bölgesi... Nehrin karşı yakası ise Peru...

Leticia'ya geldiğimiz ilk gün şehir dışındaki özel bir koruma alanında "Canopy Tur"a katıldık.
Canopy tur, dev ağaçların tepe dallarına inşa edilmiş platformlar arasında hava köprülerini ya da zip hatlarını kullanarak atlaya zıplaya giderken atılan naralara çığlıkların karıştığı bir tur aslında...

Turun ilk ayağı, 35 metre -yaklaşık 12 katlı bina- yüksekliğindeki ağaçlara tırmanarak ağacın üst dallarına kurulmuş olan platforma çıkmak.
Bu bölüm işin en zor kısmı. O yüzden yarı yola geldiğimde "acaba geri dönsem mi" diye düşünmeye başladım. Bunun mümkün olmadığını anladığım an ise ne yalan söyleyeyim önce kendime sonra da neyi gördüysem hepsine iyi niyetlerimi gönderdim.


















Ağaçtaki platforma ayak bastığımda ise, "Allah'ım Allah'ım" o nasıl bir sevinmedir öyle anlatamam.
Biraz önce sağa sola iyi niyetlerini gönderip içine bir şey kaçan ben değilmişim gibi o andan sonra bende bir havalar bir kabarmalar, görecektiniz.
Hatta bir ara abuklayıp "Yokuş aşağı inmek kolaydır ama manzara TEPEDEN seyredilir." gibi özlü sözler bile aklıma gelmeye başladı.
Arıza olmak böyle bi şey işte!:))

Neyse, ben tura kaldığım yerden devam edeyim. Bizim katıldığımız bu turun yedi aşaması vardı. Biraz dinlendikten sonra diğer parkurlara geçtik. Kiminde zipline da kaydık, kiminde ağaçlar arasında gerilmiş filelerde yürüdük, ip köprülerden geçtik. Ama hep 35 metrenin üstündeydik.
Sonuçta nefes  kesici bir orman macerası yaşadık.

Geceyi Leticia'da geçirdikten sonra -güzel balık lokantaları var- sabah limana indik. Sergio'nun(yerel rehberimiz) bizim için tuttuğu bir sürat teknesiyle Amazon Nehri'ne açıldık.

(Bu fotoğraf Kerimcan Akduman'a ait.)
Amazon Nehri, dünyanın en büyük tatlı su kaynağı... Peru'daki And Dağları'ndan doğup Brezilya kıyılarından Atlantik Okyanusu'na dökülüyor. Yaklaşık 6500 km'lik bir uzunluğa sahip. Uzunluk olarak Nil Nehri'nden sonra gelse de taşıdığı su hacmi bakımından dünyada birinci.

İki saatlik nehir yolculuğu boyunca doyasıya ormanı seyrettim. Biraz ürkek de olsam elimi ara sıra suyun içine daldırıp çıkardım. Gördüğüm her şeyin ve yaşadığım bu anların bende yarattığı etki inanılır gibi değildi.

Sonra Amazon Nehri'nin daha küçük bir kolu olan Amacayacu Nehri'ne saptık. Çünkü gitmek istediğimiz yer bu nehrin kenarına kurulmuş olan San Martin Köyü'ydü.
Ancak bu mevsimde su seviyesi düşük olduğundan motorlu tekneyle Amacayacu Nehri'nde daha fazla ilerleyemedik.

Tekneden indik, geri kalan yolu ormanın içinde yürüyerek alacağız. Nehir kenarı çamurluydu. Hatta yer yer küçük bataklıklar bile oluşmuştu. Zor ilerledik.
Ayağımızdaki çizmeleri bize niye verdiklerini o zaman anladım. Ayrıca ormanda karşılaşacağımız her türlü haşarata karşı da bu çizmeler bizi koruyacak.














Ormanda yürümek şehirde yürümeye benzemiyor. Aşırı sıcak ve nemli bir ortam var. Gökyüzü de görünmüyor ağaçlardan... Sonra üzerinde yürüdüğümüz arazi engebeli ve kaygan!
Kerimcan, gürültü yapıp hayvanları kaçırdığımızı söylese de bizden kaçmayan hayvanlar da var!
Bu yürüyüş iki saatten fazla sürüyor.  Gerçeği hayalinden bile daha güzel olan iki saat!

San Martin Köyü
Köye yaklaştığımızda, önce ağaçların sıklığı azalıyor. Sonra, nehirde çamaşır yıkayıp oyun oynayan çocukların kahkahaları geliyor kulaklarımıza.
San Martin Köyü Amazon'un kolu Amayacu Nehri kenarında kurulmuş. Burada yaşayan halk Ticuna yerlilerinden...

Birleşmiş Milletler sadece 30 bin Ticuna'nın Amazon yağmur ormanlarında kaldığını düşünüyor.
1970'li yıllardan sonra Kolombiya devleti, sağlık gibi bazı belli başlı hizmetleri onlara götürebilmek için bu köyleri kurmuş.
Birçok yerli grup, balıkçılık yapmak ve ticaret kolaylığı sağlasın diye nehir kenarlarını seçmişler.
Evler tamamen ahşap ve sazlardan yapılmış. Doğayla inanılmaz bir uyum içindeler.
Her köyün küçük bir konseyle çalışan ana bir lideri var. Yerli halk elden geldiğince gelenek ve göreneklerinin kaybolmasını istemiyor ve çocuklar dahil hepsi sadece kendi dillerini konuşuyor.














Kadınlar köylerine gelir sağlamak için el işleri yapıp satıyorlar.
Ancak her köyün turistlere bu kadar sıcak bakmadığını, hatta önlem olsun diye köyün sınırına mızraklı savaşçılar koyduklarını öğreniyorum. Turistlerin onların doğal ortamını bozduklarına inanıyorlar. Ne dersiniz, haklıllık payları yok mu?
















O gün, San Martin Köyü'nde bir eve konuk olduk. Mis gibi ahşap kokan bir eve... Camsız pencerelerinden ve kapısız girişlerinden orman esintisinin içeri dolduğu bir eve...
Evin sahibi olan bu güzel insanlar yemekte bize muz çorbası, ardından balık, pilav ve salata ikram ettiler. Aslında o gün önümüze ne koysalar yiyebilirdik. Kolay mı bu köye gelebilmek için iki saat tekne iki saatte zorlu bir yürüyüş yapmıştık.
Tabii unutmamak lazım bir de bunun dönüşü var:)



















Köyde su şebekesi yok!
Kolombiya hükümeti, yukarıdaki fotoğrafta görüldüğü gibi birçok yerli topluluğa yağmur suyu toplama kovaları dağıtmış. Kovalardaki su, boru sistemiyle musluklardan akıyor ve tüm su ihtiyaçları bu sistemden gideriliyor. 

Dönüş yolunda, kara bulutlar gökyüzünün maviliğini alıyor. Amazon Nehri'nin rengi ise gittikçe koyulaşmaya başlıyor. Ardından kuvvetli bir sağanak yağış, yanları açık olan teknenin içine su girmesine neden oluyor. Sırılsıklam olmuşuz, kimsenin umuru değil!
Leticia'ya geldiğimiz ilk gün, Canopy turuna giderken yağmura ormanın içinde yakalanmıştık. Ancak ağaçlar o kadar sık olunca yağmur damlalarının çoğu yere bile düşmemişti.

Puerto Narino
Akşam Leticia'ya dönmeyip Puerto Narino Kasabası'nda kalacağız. 
Bulutlar yer yer dağılmaya başlasa da yağmur hala devam ediyor... Bulutların arasından sızmaya çalışan güneş ışığı ise nehrin üzerinde renkli hareler oluşturmuş, inanılmaz güzel manzaralar var. 

Sabah erkenden sevgili Kerimcan'ın çekip bizimle paylaştığı Puerto Narino'nun doyumsuz manzaraları ise çektiğim fotoğrafların üzerine tam bir köpük oluyor. 

Birden bire bu Puerto Narino da nereden çıktı demeyin. Anlatayım;
Puerto Narino, Peru sınırında, Amazon Nehri'nin kollarından Loreto Yaku Nehri'nin kıyısında kurulmuş ve Leticia'ya 85 kilometre uzaklıkta bir kasaba.
Ulaşım sadece nehir yolundan sağlanabiliyor. Nüfusu ise sadece 3000 kişi ve Kolombiya'nın Amazonas bölümünün ikinci büyük yerleşim yeri.

Puerto Narino, insanlarla doğanın barış içinde bir arada yaşayabileceği nadir yerlerden biri. Sokaklarından otomobil veya motorlu taşıtların geçmesi yasak olan kasabada duyabileceğiniz tek ses; küçük çocukların kahkahaları ve nehirden geçen teknelerin sesi...
Kasabada sadece iki motorlu araç var. Bunlardan biri ambulans diğeri ise geri dönüşüm atıklarını toplayan bir kamyonet.
Geri dönüşüm deyince, Amazon yağmur ormanlarının ortasındaki küçük bir kasabada bu da neyin nesi demeyin. Görünce inanın ben de çok şaşırdım.

Öyle böyle değil, Puerto Narino'nun iddialı geri dönüşüm ve organik atık yönetim programı var.
Çöp ve geri dönüşüm kutularını kasabanın neredeyse her köşesinde görmek mümkün.
Organik atıklar gübreye dönüştürülüyor, plastik ve benzeri atıkları ise dekorasyon ve inşaat malzemesi olarak kullanılıyorlar.
Su ihtiyaçlarını sarnıçlarda toplanan yağmur sularından gideriyorlar. Elektrik ise kasabanın enerji verimli jeneratöründen sağlanıyor. 24 saat elektrik olmasa da ihtiyaçlarını karşılayacak kadar elektrikleri var.
Puerto Narino'nun sakinlerini çoğunlukla yerli Tikuna, Cocoma ve Yagua halkları oluşturuyor. İnsanın doğayla bir bütün olduğunu düşünen bu yerli grupların deneyimleri, sonunda önemli bir gelir kaynağı haline dönüşmüş; ekoturizm.

Ekoturizm başlayınca, kasabada sayısı çok olmamakla birlikte pansiyon otel ve restoranlar açılmış. Buralarda konforu beklemenin abesle iştigal etmek olduğunu baştan söyleyeyim.
Ayrıca Amazon bölgesindeki tüm otellerde -tabii ki buradaki otel de dahil- konfor aramaktan çok sineklerden korunmak yapacağınız en kayda değer iş olacak!
Onun için elektrikli cihazlar ya da sprey, losyon sinekleri uzaklaştıran ne varsa yatmadan önce bunları kullanıp kol ve bacakları örten uzun giysilerle uyumak gerekiyor.
Bunları yapmadığınızda durum fecaat:))))

Puerto Narino'nun turist çekmesindeki bir diğer etken de, çok nadir bulunan pembe yunusların doğup yetiştiği Tarapoto Gölü'ne olan yakınlığı... Kasabadan göle tekneyle 10 dakikada ulaşabiliyorsunuz.
Bu göle biz de gittik. Her ne kadar pembe yunusları bu kadar net göremesek de, -ki bu iş sabır işi - bir iki kuyruk gösterisine tanık olduk o kadar.

Yukarıdaki fotoğrafları görünce Amazonlarda bu çöl manzarasının işi ne diyebilirsiniz. Hemen açıklayayım; aslında biz arkada görünen ormandan bağımsız bir adadayız.
Yağmur Ormanlarında kurak mevsimle yağışlı mevsim arasında su seviyesi bakımından yaklaşık 15- 20 metrelik bir fark oluyormuş.
Amazon bölgesinde Şubat- Haziran arası yağmurun en fazla yağdığı dönem, Ağustos -Ocak arası ise kurak demeyelim de az yağışlı dönem.
Biz de Ağustos sonu Eylül başı buralarda olunca Amazon Nehri'nin ufak kollarından birinde sadece kurak mevsimde ortaya çıkan bu adaya teknemizi demirledik.
Belki pembe yunusları buradan görebilirdik ama iş şamataya döndü:)

Sonra hemen alelacele giyinip tekneye bindik; daha gidilmesi gereken yerler vardı. Yaklaşık 2,5 saat sonra ancak Leticia'ya gelebildik.
Leticia'daki otelden birkaç parça yedek kıyafet alıp bu kez Amazonların başka bir bölümüne, gece konaklayacağımız şaman kulübesine gitmek üzere yola çıktık.

Bu kez Leticia'dan Amazon yağmur ormanlarına tekneyle gitmedik. Bindiğimiz otobüs kısa bir yolculuktan sonra bizi yola bıraktı. Biz de bıraktığı yerden ormanın içine doğru yürümeye başladık. 

Ormanda yaklaşık 1.5 saat yürüdükten sonra Şaman Diablo'ya ait dev bir kulübeye geldik. 

Şaman Diablo'nun kulübesindeyiz diyorum ama yukarıdaki fotoğraflar nerede olduğumuza dair ufak bir ipucu verebilir. Burası için "Kuş uçmaz kervan geçmez" deyimi uygun düşse de neyse ki kuşlar vardı ve uçuyorlardı:)
Neyse, burayı anlatmaya nereden başlasam bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki hayatımın macerasını ben burada yaşadım. Bir daha yaşamak ister miyim? Hayır!
Hiç gitmemiş olsaydım gitmek ister miydim? Kesinlikle Evet!
Yani kısaca demek istiyorum ki "Böyle bir macerayı ancak bir kere yaşarım. İkincisi fazla gelir kaldıramam"

Şaman Diablo'nun kulübesi hangar gibi kocaman bir yerdi. Bu kulübe, ayine gelen kalabalık yerli gruplar için bu kadar büyük tutulmuş olabilir. Çünkü şamanın evi, hemen kulübenin yanında ve çok daha küçük bir yapıydı.
Şaman Diablo o gün bizimle bu kulübede kaldı. Hiç yerinden kalkmadan bizi izledi, gat çiğnedi, üst üste sigara içti. Çoğu zaman biz yokmuşuz gibi davrandı.















Nereye geldik şaşkınlığını üzerimizden attıktan sonra karnımızın acıktığını anladık.
Şaman Diablo'nun karısı ve yardımcısı bizler için pirana balığı ve muz kızartması, yanında da pirinç pilavı yapmıştı. İlk defa yediğim pirana balığının çok lezzetli olduğunu söylemeliyim.

Yemekten sonra sıra bulaşıklara geldi. Çanak, çömlek ne varsa hepsi bu suda yıkandı. Çünkü burada ne su ne sabun ne de elektrik var. Veee acı bir gerçek ama Şaman Diablo'nun kulübesinde tuvalet bile yok! Tüm orman bizimdi:)
Daha sonra buradan ayrılırken fark ettim; yemek yerken kullandığımız plastik tabak ve bardakları bile yerli rehberimiz Sergio getirmiş.
Yazık, içme sularımızı da poşetler içinde buraya kadar taşıdılar. Aynı zamanda hamak ve cibinlikleri de...
Şaman sadece bizi izledi:)

Burada internet yoktu, telefon hattı yoktu. Kısacası modern yaşama ait hiçbir şey yoktu! Ancak tüm yok'lar bir tarafa, yanımızda dünyanın en tatlı ve en neşeli insanları vardı. Hala onları özlüyorum, unutmadım!
Ve bir kez daha anladım ki yoklukta insanlar daha yaratıcı oluyor ve burası bizim için ruhsal detoks yeri gibi bir şey oldu.

Yemek sonrası kulübede yeni faliyetler başladı. Bir köşede odunlar tutuşturulup ateş yakıldı. Sac ayağının üzerine kocaman yayvan bir kazan oturtuldu. İçine coco yaprakları ve daha başka yapraklar konup uzun süre bunlar çevrilerek kavruldu. Sonra kavrulan yapraklar dibeğin içinde dövülüp akşamki ayin için toz haline getirildi. İşte coco yapraklarının bu son haline burada "rape" diyorlar.















Diğer tarafta akşam yemeği için hazırlıklar başlamıştı bile. Menüde Palmiye yapraklarına sarılmış balık ızgara vardı.
Kulübenin içi, yanan ateşin dumanıyla dolarken Sergio, cibinlikli hamaklarları kurmaya başlamıştı bile...

Tabağın içindeki kurtlar ise yine yemek için akşam ayinine hazırlanıyor. Bu kurtlar palmiye ağaçlarının gövdelerinde yaşıyor ve zengin protein içeriklerinden dolayı buranın yerlileri tarafından oldukça revaçta bir besin.
Ağaç kurtları, yenmeden önce kafaları kopartılıp ağıza öyle giriyor:) Çünkü kafa kısmında kuvvetli kancaları var.
Bu ara, güzel güzel ağaç kurdunu sanki ben yemişim gibi anlatıyorum. Açıkçası denemeye bile cesaret edemedim. Ancak ayin sırasında yiyen arkadaşlarım oldu. Onlar anlattılar.
















Akşam oldu her yer zifiri karanlık. Dışarıda ormanın sesi... Ve Şaman Diablo başladı ayine!!!
Bazı şeyler sadece yaşanır, anlatması zordur. Onun için bu bu kısmı YORUMSUZ! bırakıyorum.


Kerimcan yine sabah erkenden kalkıp "dron"u çalıştırmış. Yakalanabilecek en güzel manzaralardan birini yakalamış.

Gece benim için zor geçti. Hamakta yatmak göründüğü kadar rahat değilmiş. Bir kere üstünüzdeki kıyafetlerle yatıyorsunuz. İkincisi gece soğuk oldu çok üşüdüm. Büzüşmek istedim hamağın pozisyonu buna izin vermedi. Sonra, gece ya tuvalete kalkarsam stresine girdim. Aklıma, zifiri karanlıkta ormanın ne kadar tekin olabileceği konusunda değişik senaryolar geldi.
Neyse, her gecenin sonu sabah! Ve sabah kahvaltımız:)

Leticia'ya döndüğümüzde ise dün gece yaşadıklarımızdan sonra burası bana New York gibi geldi. Bindiğimiz tuk tuk'da limuzin...
Artık Amazonlardan ayrılma zamanı gelmişti, hazırlanmaya başladık.
Bundan sonraki durağımız Medellin'di. Ve ben bu yolculuğa en çok Medellin için çıkmıştım. Ama bir anda farkettim ki Amazonlarda olmak bana bilmediğim bir Kolombiya'nın kapılarını açmış ve bundan sonra Kolombiya benim için Medellin'den çok daha fazla şey demekti.

Sonunda Leticia'daki havaalanına geldik. Unutamayacağımız güzellikteki anılarla Amazon yağmur ormanlarından ayrılıyorduk.  Tam Bogota aktarmalı Medellin uçağına bineceğiz. O da ne? Havaalanındaki televizyonda bizim dizilerden biri oynuyor.
Amazon nere bizim 34 plaka nere... Dedim ya, dünya gerçekten çok küçük:)

MEDELLİN
Belki ilk bakışta bu şehir size bir şey ifade etmeyebilir. Çok kalmasam da burayı gördükten sonra benim için öyle değil!
Dünyanın yüzlerce şehrinde bulundum ama ülkem dışında nerede yaşamak istersin deseler "Medellin" derim.  Sanki ruhu var bu şehrin, yaşıyor. Hadi desen dile gelip konuşacak gibi... Sıcacık; sarıp sarmalıyor seni... Hep bahar... Her yer çiçek, her yer yeşil bu kentte...

Medellin, Antioguia eyaletinin başkenti Kolombiya'nın da ikinci büyük kenti ve yaklaşık 3 Milyon nüfusu var. 
Şehir, Porce Irmağı kıyısında ve yemyeşil bir vadi olan Aburra Vadisi'nde kurulmuş. 
Ilıman bir iklime sahip ve neredeyse tüm yıl ortalama sıcaklık 22 derece civarında... Bu yüzden Medellin'in sloganı "La Eterna Primavera" yani "Sonsuz Bahar"...

Kent, 1616'da "San Lorenzo de Aburra" adıyla kurulmuş. 1675'de Medellin adını almış. Ancak eski bir şehir olmasına karşın kolonyal yapılara rastlanmıyor, çoğu yıkılmış.
Medellin, (ona "Medejin" diyorlar) Endüstriyel olarak kalkınmış bir şehir. Geleneksel üretimleri; Kahve, çiçekçilik ve tekstil üzerine...
Medellin de nereye baksanız her yer çiçek. O yüzden gökdelenler bile bu doğa harikası şehirde gözünüze batmıyor.
Sokaktaki kadınlar bakımlı ve oldukça güzeller. Medellin aynı zamanda estetik ameliyatın oldukça revaçta olduğu bir kentmiş. 
Hatırlıyorum, Beyrut'ta böyleydi. Orada da estetik ameliyat için bankalar kredi veriyordu. Ve ne ilginç her iki kent de bana ne kadar yakın, tanıdık ve yaşanılası geldi.
Elbette bunun estetikle bir alakası yok ama daha güzel olmaya çalışmanın yaşama sevinciyle ve ikili ilişkiler arasındaki romantizmle bir alakası olamaz mı?
Bu iki kent, modernleşmenin getirdiği vurdum duymazlığın yaşanmadığı, Hong Kong'da olduğu gibi sürekli cep telefonlarına değil de birbirinin gözüne bakarak iletişim kuranların bir araya geldiği yerler.
Sonra bu kentlerde müzik var, dans var, zengin bir mutfak ve yemekten zevk alan, yemek sırasında saatlerce sohbet eden insanlar var. Vee sürprizlere açık biraz da tehlikeli yerler.
Ve galiba en önemlisi de (şimdi yazarken farkına vardım) bu insanların yaşanmışlıkları var.  Geçmişleri acı tecrübelerle dolu ve bunları unutmadan, sevginin, dostluğun değerini bilerek hayattan azami biçimde zevk almaya çalıştıklarına eminim.

Yukarıda henüz bahsetmedim ama hepinizin bildiği gibi Medellin Pablo Escobar'la anılan bir şehir. Ve 1980 ve 90'lı  yıllar bu şehir için çok acılı geçmiş.
Kolombiyalı yerel rehberimiz ve ailesi Medellin Karteli yüzünden ülkelerini terk ederek kaçak yollardan ABD'ye geçmiş, yıllarca orada yaşadıktan sonra ortalık durulunca Kolombiya'ya dönmüşler. Ondan duyduğum, daha önce bilmediğim birkaç noktayı burada anlatacağım.
Narcos dizisini seyreden birçok kişi merak edip Medellin Karteli'ni ve Pablo Escobar'ı okumuştur. O yüzden çok bilinenleri burada tekrara girmeyeceğim.













Pablo Escobar'ın mezarı vadiye bakan bir tepede, mezarlık kompleksinin içinde yer alıyor. Yani ayrı bir yerde değil.
Pablo ile toplam yedi kişi var aile mezarlığında.
Kolombiya devleti başta böyle bir aile mezarlığını kabul etmese de Pablo Escobar'ın annesi mezarlığın girişindeki yukarıda fotoğrafı olan kiliseyi yaptırınca izin çıkmış.
Ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala mezarına çiçek koyan hayranları var.
Medellin Karteli'nin beyni olan kuzen Gustavo ise aile mezarlığında değil ama ona çok yakın bir yerde gömülü.
Yine orada öğrendiğim bir bilgiyi aktarayım. Pablo Escobar'ın tüm servetine devletin el koyduğu biliniyor ancak Gustavo'nun ailesi Medellin'de şimdi milyoner bir hayat yaşıyormuş.

Bu bina Pablo Escobar'ın kendi hapishanesine girmeden önce oturduğu son ev. Oldukça sevimsiz bir yapı. Yine diziden hatırlanacağı üzere Cali Karteli 700 kilo bomba yüklü bir aracı Pablo'nun evinin önünde patlatmıştı. İşte bombalanan ev burası.
Olayın olduğu sıra Pablo Escobar'ın ailesi en üst katta olduğundan onlara bir şey olmamış sadece kızının bir kulağı patlamanın şiddetinden zarar görmüş. Ancak bina çok büyük hasar almış.
Pablo bu evine "Monaco" ismini takmış. İlk ofisinin olduğu evin ismi ise "Dallas"...
Dallas o yılların en çok izlenen dizisi ve Ceyar karakteriyle kendi arasında bir bağ olduğunu mu düşündü bilmiyorum ama Monaco adını koyduğu bu evle, kötü adam Ceyar'dan krallığa terfi etmiş gibi görünüyor. Son olarak kendine yaptırdığı hapishanenin isminin de "La Catedral" olduğunu söyleyelim ve görünen o ki egosu onu iyice tanrılaştırmış.
Yine bu evle ilgili ilginç bir detay var. Evin olduğu yer oldukça lüks bir mahallenin içinde. Ve evin tam karşısında da zenginlerin gittiği bir şehir kulübü bulunuyor.
Nasılsa Escobar'ın da çok parası vardı ve bu kulübe üye olabilirdi.Ancak imtiyazlı ve zengin olan bu grup onu aralarına almadı. Bunun üzerine Pablo, oturduğu bu evin dış cephesine yukarıdan aşağıya büyük harflerle "ESCOBAR" yazdırmış. Siz beni aranıza almadınız ama ben her daim sizin karşınızdayım der gibi...
Escobarın bu evi ironiye bakın ki şimdi bir polis merkezi. Onun için evin içini gezmeyip sadece dışarıdan gördük.

Daha sonra ufak bir şapele geldik. Burası bir bina içinde değil, açık havada olan bir adak yeri.
Olayı önce Pablo Escobar tarafından  anlatayım; Pablo'nun adamları çatışma ve baskın öncesi buraya gelir Meryem Ana'nın önüne kurşun ve silahları koyar, "Bu bizim ekmek paramız bu işi yapmak zorundayız, sen bizi kurşunlara karşı koru" diye dua ederlermiş. Operasyon iyi geçer ve hala yaşıyorlarsa isimlerinin olduğu plaketleri buraya gelip asarlarmış.
Kartel üyeleri buraya sık sık -silahlı, kurşunlu- gelmeye başlayınca halk korkup şapele gelmez olmuş.
Şehir normale dönünce sivil halk tekrar dua ve dilekleri için geri gelmiş.
Biz oraya gittiğimizde mum yakıp dilekte bulunanlar vardı. Tanrı'dan ne istemişlerse artık yerine gelirse onlar da isimlerini yazıp buraya asacaklar.

Sonra, eskiden Pablo Escobar'a ait olan bir eve daha gittik. Bu evde, Pablo'nun abisi aynı zamanda Medellin Karteli'nin ikinci adamı olan Roberto Escobar bizi karşıladı.
Aslında karşıladı dediğime bakmayın; Roberto Escobar, Pablo'nun evini bir nevi müzeye dönüştürmüş, belli bir ücret karşılığında burayı gezdiriyor.
Roberto Escobar, buradan gelecek gelir için de kendi adına bir vakıf kurmuş. Vakfın amacı da -sıkı durun- AIDS hastalarına ve fakirlere yardım etmek!
"El Osito" lakaplı Roberto de Jesus Escobar Gaviria aynı zamanda Medellin Karteli'nin de eski muhasebecisi... Pablo'nun öldürülmesinden yaklaşık bir yıl sonra adalete teslim olmuş, on yıl içerde yatmış, bir mektup bombasıyla gözünün birini hapiste kaybetmiş.
Fotoğraflara bir göz atın sonuçta siz ne düşünürsünüz bilmem ama bana göre adam oldukça sevimsiz ve mafya olamayacak kadar da silik biri...













Eve girmeden, ön bahçedeki garajı geziyoruz. 1954 yapımı mavi pikap onun kokain taşıdığı ilk arabası. Bu arabayla Bolivya'dan defalarca üstelik yakalanmadan kilolarca kokaini sınırdan geçirmiş.
Soldaki fotoğrafta ise Pablo'ya ait bir jet ski ve motosikletin olduğunu görüyoruz. Jet ski ona Frank Sinatra'nın hediyesiymiş.
Kurşun geçirmez olan ve çok yeri mermilere hedef olmuş kırmızı araç ise Pablo'nun son arabasıymış.

Birçok yeri sökülebilen içinde gizli para saklama gözleri olan çalışma masası.














Evdeki tablolar; soldaki fotoğrafta canlı para sayma makinesi, sağdakinde ise 1934 yılında tedavülden kalkmış olan en değerli dolar. (Tablolar aslını yansıtıyor)
Duvardaki tablolar, aile halk kahramanıymış gibi, viski kaçakçısı dededen, anne babaya ve Pablo Escobar'ın birçok yaşta çekilmiş onlarca resmine kadar uzayıp gidiyor.














Soldaki fotoğraf, başına 10 milyon dolar büyük ödül konan Roberto Escobar'ın arananlar listesindeki eski hali... Sağdaki ise şimdiki hali; Abisi Pablo Escobar'ın fotoğraflarını imzalayıp bir de üstüne kendi parmak izini basıyor. Tabii belli bir ücret karşılığında:)

Yukarıdaki iki fotoğraf Pablo Escobar'ın öldürüldüğü evin ön ve arka cephesini gösteriyor. Kolombiyalı rehberin bize dediğine göre Pablo Escobar onu bulan polisler tarafından sadece bacak ve omuzundan vurulmuş. Asıl ölümcül darbe sağ kulaktan giren kurşunla olduğunu, bunun da Pablo'nun silahından çıktığını söyledi.
Pablo Escobar, grup resmi çektirdiğimiz bu evin çatısında ölmüş. Narcos yapımcıları son ölüm sahnesini burada çekmek isteseler de evin sahibi epey fahiş bir fiyat isteyince 50 metre ötede aynı tip çatısı olan başka bir evde çekimler yapılmış.

Pablo Escobar turunda, en son uyuşturucu baronunun mahallelerini gezmeye sıra geldi. Meksika dalgası gibi inişli çıkışlı tepeleri dolduran gecekondu evlerin oluşturduğu mahalleleri teleferiğe binerek göreceğiz.

Medellin bundan 15-20 yıl öncesinde, çok sık yapılan bombalamalar, ölümcül çete savaşları yüzünden dünyanın cinayet başkenti olarak anılıyormuş.
Pablo Escobar'ın öldürülmesinden sonra da cinayet, fuhuş ve adam kaçırmalar şehrin en fakir yerleri olan İspanyolcada "Barrio" denilen bu bölgelerde devam etmiş.

Devletin yıllarca giremediği bu mahalleler bir zamanlar Pablo Escobar'ın halk kahramanı ilan edildiği ve yıllarca saklanmasında ona yardım edenlerin oturduğu yerler. Çünkü Medellin Karteli'ndeki fedailer buranın insanlarından oluşmuş.
Pablo Escobar (elbette babasının hayrına değil ) buranın halkına ev, iş, aş vermiş. Hatta söylendiğine göre o yıllarda Medellin'de okula gitme oranı %25 lere kadar düşmüş çünkü Pablo Escobar'ın yanında çalışmak, okuyup meslek sahibi olmaktan daha çok para kazandırıyormuş.

Günümüzde ise altyapı ve kentsel planlamada yapılan iyileştirmeler, eğitim seviyesinin arttırılması, daha etkin bir polis gücü sonucunda cinayet oranlarında belirgin bir düşüş görülmüş.
Mahallelerin güvenlik açısından girilemez olan yerlerine toplu taşıma araçları konularak şehrin merkezine bağlanmaları sağlanmış. Özellikle dağ yamaçlarına kurulmuş ve ulaşımın zor olduğu bölgelere kurulan teleferik bunlara bir örnek!
Teleferiğin ulaşamadığı yerlere ise belediye yürüyen merdivenler kurmuş.
Belediye sadece bunlarla kalmayıp teleferiğin bir durağına anaokulu, market bir diğerine okul, gençlik merkezi bir sonraki durağa kütüphane, spor salonu, kültür merkezleri ve benzerlerini açmış.
Sonuç olarak buradaki mahallelerde -eskisine göre- adi suç ve cinayet oranları düşse de hala bu bölgeler için tam güvenli diyemiyorlar.














Medellin'de gittiğimiz restoran ve yemekler gördüğüm kadarıyla birinci sınıftı.
Hele ki bir akşam gittiğimiz çiftlik evi tarzındaki La Mayoria Restoran'a ne demeliyim?
Tam yemeğe başladık Latin müziği eşliğinde her bir at farklı figürlerle dans ederek önünüzden geçmeye başladılar. İnanın o sevimli hayvanlara gidip sarılmamak için insan kendini zor tutuyor.
Restoranın mutfağı gizli saklı bir yerde değil, aksine restoranın tam ortasında ve açıktaydı... Bellerine sardıkları tek tip önlükleriyle yemek pişiren neşeli tombul teyzeler ortamı daha da samimi kılmıştı.
Bahçeye çıkıyorsunuz lamalarla burun burunasınız. Her yer mis gibi çiçek kokuyor. Yemekler güzel, şarap enfes, müzik kıvrak...

Veee karşıdan Medellin'in ışıkları size göz kırpıyor.

Ertesi sabah, Medellin'in yaklaşık 2 saat yakınındaki aynı zamanda Medellinliler için sayfiye yeri olan La Guatape Kasabası'na doğru yola çıktık.

Önce kasabanın yakınlarında bulunan ve adı "El Penon" ya da "La Piedra"da denilen dev bir kayayı görmeye geldik.  70 milyon yaşında, üçte ikisi yer altında bulunan bu kaya kütlesinin yer üstünde kalan bölümünün yüksekliği ise 200 metre...
Oldukça pürüzsüz olan kayanın tek bir yarığı var. İşte 1954 yılında ilk kez bu yarıktan kayaya tırmanmışlar. Daha sonra bu yarığa duvarcı ustaları basamak inşa etmiş.
Aslında bir ailenin mülkiyetinde olan kaya, günümüzde Kolombiya devleti tarafından "ulusal anıt" kategorisine alınmış.

"Kayanın zirvesine çıkmak için tam 725 basamak çıkacaksınız." dediler. "Tamam çıkarım ne var ki bunda?" dedim. Bir heves başladım basamakları iki üç atlayıp tırmanmaya, yorulmaya başladığımı fark ettiğimde anladım ki iniş ve çıkış merdivenleri birbirinden ayrı. İstesem de geri dönemem. Tepeye tırmanmaktan başka çarem kalmadı.
Boğazım kurumuş, dilim bir karış dışarda basamakları çıkarken dere kenarında taşa vurularak dövülen çamaşırlar vardır ya artık kendimi o çamaşırlar gibi hissetmeye başladım.
Bir yanım "Allah'ım bu son olsun bundan sonra Şebnem Çapa gibi tatil yapacağım." derken diğer yanım "Hadi devam, manzarayı kaçırmamalıyım" diyordu...
Sonuç mu?

La Piedra kayasının 360 derecelik seyir terası her açıdan cezbediciydi. Şimdiye kadar böylesine  bir göl manzarası görmemiştim.
Ülkenin en büyük göllerinden biri olan "Embalse el Penol" aslında Kolombiyanın %30 elektiriğini sağlayan bir hidroelektirik baraj gölü...

Guatape
Sonra arabayla yaklaşık 5-10 dakika mesafedeki küçük ve renkli Guatape Kasabası'na geldik. Bu kasabaya sadece renkli demek az kalır. Evlerin dış cephelerinin alt kısımları olan süpürgeliklere 20. yüzyılın başından beri kabartmalı resimler yapılıyor ve binalar rengarenk boyanıyormuş.
Günlük yaşamı tasvir eden fresklerin olduğu bu binalara "zocalos" diyorlar.
Günlük yaşam derken örneğin; evin birinde kasap oturuyorsa dış cephede bir boğa, şoförse araba resimini görebiliyorsunuz. Ya da bir başka evde, çocuğun en sevdiği cizgi filmin bir kahramanı duvarda yerini alabiliyor. Bu bir çiçek ya da bir ağaç olabiliyor. Yani tamamen o evde oturan kişinin isteğine bağlı olarak yapılan bu resimler sonuçta inanılmaz güzel ve sokakları renklendiriyor.

İşte böylesine renkli ve sıcacık bir kasaba Guatape...

Kasabanın göl kenarı ise ayrı bir cümbüş. Jet ski yapanlar, kanoya binenler ve zipline da kendini kuş gibi hissedenlerle dolu.

Ve dönüş! O gün Medellin'den Bogota'ya geçtik.  Gece Zona Rosa'daydık.
Türkiye'ye dönüş ise Panama üzerinden oldu ve uçuş tam 16 saat sürdü.
Ben bu gezinin yorgunluğu bir tarafa attım. Sonuçta gördüğüm en güzel ülkelerden birine gittim.
Patika Travel'a ve dolayısıyla kendi deneyimlerini bize yaşatan Kerimcan Akduman'a buradan teşekkür ediyorum.
Eğer birgün yolunuz Güney Amerika'ya düşerse Kolombiya'ya uğramadan sakın geri gelmeyin derim. Orası bambaşka bir dünya...
Benim için Kolombiya daha bitmedi. İnanın hala rüyalarımı süslüyor:)