KARADAĞ (Ağustos-2011)

Dubrovnik-Cavtat kıyı şeridini izleyerek 45 km sonra Karadağ'a diğer adıyla Montenegro'ya giriş yapıyoruz.
Karadağ, gerçekten de ismine yaraşır bir şekilde dağların bol olduğu bir ülke.
Bu yıl içinde televizyonda Karadağ ile ilgili bir belgeseli izlerken ''cennet doğası ile ne kadar güzel bir ülke!'' demiştim. Ancak bu ülkede yaşayan insanların kaba ve sinirli tavırları her ne kadar Montenegro'nun güzelim manzaralarını belleğimden silmese de bu ülke ile ilgili güzel düşüncelerimin bir tarafı, dağları gibi kara kaldı.

Karadağ, 2006 yılında bağımsızlığını alan bir ülke. Karadağ'ın eski halkı Arnavutlardan oluşmuş. VII. yy'dan itibaren de Sırplar bu topraklara yerleşmiş. Fatih Sultan Mehmet bu topraklara gelene kadar Venedik Cumhuriyeti'ne tabii olan Karadağ, o tarihlerden sonra da 1878 yılına kadar Osmanlı'ya bağlı özerk bir yönetimde kalmış. Eski Yugoslavya zamanında ise altı cumhuriyetten biri olan Karadağ, Yugoslavya'nın dağılmasından sonra Sırbistan'a dahil olmuş.
Bağımsızlıklarını istediklerinde ise, ''Nüfusunuz ancak 700 bin. Ekonominiz, sanayiniz yok.'' diyenlere de ''Sahillerimize güveniyoruz. Turizm bize yeter.'' demişler.
Yukarı haritada da görüleceği üzere öyle güzel sahil ve doğal koylara sahipler ki... Bence Adriyatik'in en iyi sahilleri bu ülkede.

Virajlı ve dar dağ yollarında ilerlerken Kotor Körfezi'nin girişinde bulunan Herzeg Novi'den geçiyoruz. Kelebeğin kanadını andıran körfezde üç büyük yerleşim yeri var. Herzeg Novi bunlardan biri... Diğerleri; Tivat ve Kotor. Körfezin bu üç şehrini üç çiçek simgeliyor. Örneğin; Herzek Novi'nin simgesi kamelya iken Tivat'ınki gül, Kotor'un ise kamelyaymış.

Sırada Zelenika var. Burası Kotor Körfezi'ne girmek isteyen özel yatların kayıtlarının yapıldığı bir kasaba.
Piyer Loti de bir zamanlar burada yaşamış.

Kotor Körfezi'nin en güzel yerleşim yerlerinden biri Perast. Zamanında Rus aristokratların tercih ettikleri bir mekanmış. Şimdi ise zengin Rusların evlerinin olduğu bu yere küçük Moskova diyorlar.

Perast'ın tam karşısında iki tane adacık var. Doğal olan adanın üstünde Benedikten Manastır'ı bulunuyor. Diğer ada ise 15.yy'da yapılmış. Üzerinde Aya Yorgi Kilisesi var.

Bu coğrafya; karaların içlerine kadar giren yüksek dağlarla çevrili dar ve derin koylara sahip olduğundan, yanlış olarak ''fiyort'' olarak isimlendirilmiş. Buna rağmen kayıtlarda bu coğrafya, Güney Avrupa'nın en büyük fiyortları olarak geçiyor.

Körfezin durgun suları midye yetiştiriciliği için uygun bir ortam sağlıyormuş. Bu yüzden denizde çok sayıda duba görülüyor. Dubaların olduğu yerlerde midye yetiştiriciliği yapıyorlarmış.
Zaten ülkenin en büyük gelir kaynağı da turizm ve balıkçılıktan geliyor.
Tekrar ülkenin bağımsızlık konusuna dönersem;
2006 yılına kadar Sırbistan yönetiminde olan ülke, bağımsızlığı için referandum istiyor. Sırbistan ise Karadağ'ın kendinden ayrılması ile Adriyatik Denizi'ne açılan kapısını kaybedeceğinden buna ısrarla karşı çıkıyor. Hesap kitaplar yapılıyor. Karadağ'da da yaşayan Sırp nüfusun fazla olmasından dolayı BM'lerin öne sürdüğü %55'lik oy oranının geçilemeyeceği düşünülerek Sırbistan, referandumun önünü açıyor.

Ancak beklemedikleri bir biçimde Karadağ, iki bin oy farkıyla bağımsızlığını alıyor. Burada hesapları bozan etmen ise Sancak Boşnakları. Novi Pazar Sancak Boşnaklarının yaşadığı bir şehir. Yugoslavya'nın bölünmesinden sonra Sırbistan topraklarında kalan Novi Pazar'ın Karadağ'ın bağımsızlığını almasıyla şehrin ikiye bölüneceği biliniyor. Boşnaklar da böyle bir bölünmeye karşı. Yirmi kilometre ötedeki akrabalarına pasaport ile gidip gelmek istemeyeceklerinden Sırbistan'ın bütünlüğü için oy kullanacakları hesaplanıyor. Ancak referandum öncesi Novi Pazar'ın bir kasabasında yapılan belediye başkanlığı seçimini bir Boşnak kazanıyor. Sırplar, bu sonuca itiraz ediyorlar ve bu kasabaya baskı rejimi uyguluyorlar. Bunun üzerine evde yapılan hesap çarşıda bozuluyor. Boşnaklar, Sırplardan vazgeçip oylarını Karadağ'ın bağımsızlığı yönünde kullanıyorlar.

Avrupa jet sosyetesinin uğrak yeri olduğu söylenen Kotor'dayız. Gerçi ben etrafta jet sosyete takımını görmemekle birlikte Kotor Körfezi, büyük yolcu gemileri, lüks yatlar ve teknelerle doluydu.

Kotor'un eski şehrini çevreleyen kalenin duvarları boyunca dağa doğru tırmansaydık bu fotoğrafı ben çekmiş olacaktım. Bir gölü andıran körfez, tam da kelebek kanadı şeklinde. Kanadın bir ucunu Kotor oluşturuyor.

UNESCO'nun Dünya Kültür Mirası Listesi'nde bulunan Kotor'un eski şehri ''Stari Grad'' dev duvarların çevrelediği bir kalenin içinde. Şehre deniz kapısından giriyoruz.














Eski şehre girdiğimizde ilk olarak karşımıza ''Silahlar Meydanı'' çıkıyor. Bu meydanda; Aziz Tryphon Katedrali ve bir de saat kulesi var. Meydandan dar sokaklara giriliyor. Dar sokaklar, daha sonra yeni bir meydana açılıyor. Sonra tekrar dar sokaklarda kayboluyorsunu

Bu sokaklarda eskiden şehrin ileri gelenlerinin oturduğu malikaneler var. Ancak onlar bu evleri saray olarak adlandırmışlar. Örneğin, fotoğrafta kapısında mermer süslemesi olan binanın ismi ''Beskuca Sarayı.'' olarak geçiyor.
Kotor, uzun zaman Venediklilerin elinde bulunduğundan şehirde İtalyan mimarisi hakim.

Bu malikanenin ya da evin adı ''Pima Sarayı'' olarak geçiyor. Balkonu olduğu için zamanında bölgenin en güzel evi seçilmiş.

Şehirde bir çok kilise var.  Katolik Kilisesinden Ortodoks Kilisesine çevrilmiş olan Aziz Lukas Klisesi, Sırp Kilisesi olan Aziz Nikola gibi...
Ancak ben burada St Mary Kilisesi'nden bahsedeceğim.

St. Mary Klisesi'ni ilginç kılan kapısı. Kare şeklinde bronz plakalardan yapılmış olan kapının üzerinde her karenin bir hikayesi var. Hatta bunlardan birinde Barbaros Hayrettin'in savaş gemileri resmedilmiş ve yenilgisi anlatılmış.
Şimdi işin komik tarafına gelecek olursak, bu kilisenin kapısı çift kanatlı, ancak soldaki fotoğrafta sadece tek kanat görünüyor. Çünkü kilisenin Karadağlı papazı inatla kapının öbür kanadını görmemizi istemiyor.
Rehberin elinde uzun bir çubuk kapının en solundaki kareden başlıyor anlatmaya -papaz sinirli bir biçimde tek noktaya fikse- sağdaki kanat kamufle olduğundan hikaye yarım kalıyor, biz tekrar sol kanada geçiyoruz.
Uzun süre papaz bu pozisyonda durunca rehbere diyorum ki ''Elinizdeki çubukla şu papazı uyarsanız. Bu adam ancak bundan anlar...''
Rehber, son derece sakin ''Ben alıştım bunların aksiliklerine sinirlenmeyin'' diyor.
Sinirlenmemek mümkün mü? Ben kilometrelerce öteden kalkıp senin ülkene geleceğim, senin tarihinle ilgileneceğim, turizmine katkıda bulanacağım sonra sen, sokaktaki herhangi bir adam değil, bu tarihin bir parçası olan kilisenin papazı olacaksın ve bir kapı kanadını bize çok göreceksin. Yok böyle bir şey...
Neyse sonunda yarım yamalak kapı tarihi bitiyor. Biz de kiliseden uzaklaşırken papaz efendi de kilisenin içine geçiyor. Ya sabır! Başka ne denir?

Şehrin meydanları kafe ve restoranlarla dolu. Buraların şemsiyeleri de ilginç, hepsi ters dönmüş.
Taşlarla çevrilmiş, neredeyse hava akımının olmadığı bu şehir çok sıcak. Şemsiyeleri bildiğimiz tarzda açarlarsa sıcaktan oturulmuyormuş. Buna ek olarak sıcak yüzünden şemsiyelerin kenarlarından sürekli basınçlı su püskürtülüyor.

Evlerin alt katlarına hediyelik eşya dükkanları sıralanmış. Dükkan sahipleri ilgisiz. Hala ulusal paraya geçemeyen Karadağlılar euro'yu kullanıyorlar.

Sokaklar, meydanlar derken yoruluyor ve acıkıyoruz. Dolaşırken gözümüze kestirdiğimiz bir restorana oturuyoruz. Siparişi almak için gelen garsona, ''Bana öncelikle soğuk bir bira getirir misiniz?'' diyorum. ''Olmaz!'' diyor. Önce masadakilerin siparişlerini almalıymış. ''Burada yabancı yok arkadaşlarımız ve çocuklarımız, lütfen sen bana soğuk bir bira getir'' diyorum tekrar...
Cevap: ''Olmaz!'' Yine ya sabır çekiyorum. Şemsiyeleri gibi ters adamlar bunlar.

Kotor'dan ayrılıp, çok dar ve virajlı yollara giriyoruz. Yollar o kadar dar ki, bazen iki araba yan yana zor geçiyor. Sonra dağlardan tekrar sahile iniyoruz. Tüm Karadağ sahilleri açık plaj durumunda. Henüz betonlaşmanın olmadığı sahiller oldukça bakir. Genelde karavan turizmi dikkati çekiyor.

Son zamanlarda Avrupa'nın gözde tatil mekanlarından biri olan Budva'ya geliyoruz. Burada yapılaşma hızla artmaya başlamış. İnşaatı süren büyük oteller göze çarpıyor. Buradan ev almak için Hollywood'un ünlüleri şimdiden sıraya girmiş bile.
















Budva'da da Orta Çağ'dan kalma kale ile çevrili küçük bir şehir var. UNESCO burayı da Dünya Kültür Mirası Listesi'ne eklemiş.
Eski şehrin hemen dışındaki plajlar turistlerle dolu. Özellikle Rus hatunlar Budva'yı istila etmiş.

Budva'dan çıkıyoruz. Bu ülkede şehir nerede başlıyor kasaba nerede bitiyor anlamak mümkün değil. Tüm sahil, yerleşim yerleri ve plajlarla dolu.

Budva'ya 10 km uzaklıktaki dünyaca ünlü Sveti Stefan' a doğru gidiyoruz.

Sveti Stefan, Karadağ'ın simgesi olmuş ince bir yolla karaya bağlanan bir ada. Eskiden burası balıkçı köyüymüş. Daha sonra burada yaşayan köylüler iş için teker teker bu adayı terketmiş.
Her yıl yaz tatilini burada geçiren Sophia Loren ile ada ismini dünyaya duyurmuş.

Günümüzde ise Singapurlu bir iş adamı bu adayı almış ve otel kompleksine çevirmiş. Hala restorasyonu devam eden adanın yakında turizme açılması bekleniyor.

Karadağ'ın yine ünlü ve oldukça sevimli sahil kasabası olan Petrovaç.
Petrovaç sahillerinin tam karşısında, üstünde sadece bir kilise olan kayalık adalar görünüyor.

Son olarak Arnavutluk sahil sınırına yakın Bar'a geliyoruz. Konaklayacağımız otel burada. İtalya'nın Bari kentinin tam karşısına gelen bu yerleşim yerine İtalya'dan esinlenerek Bar ismini vermişler. İki ülke arasında bu barlı şehirler boyunca feribot çalışıyor.
Sabah erkenden sınırlarına girdiğimiz Karadağ'ın 300 km'ye yaklaşan sahil şeridini bir baştan bir başa katetmenin verdiği yorgunlukla Bar'ın fotoğraflarını bile çekemiyorum. Aklım tek şeye çalışıyor. O da gün boyu sadece seyredebildiğim denize bir an önce kendimi atabilmek.
Otel odasına valizleri attığımız gibi Karadağ'ın serin ve oldukça derin olan denizinde güneşi batırıyoruz.