MAKEDONYA (Ağustos-2011)

OHRİD
Makedonya'nın Arnavutluk sınırına yakın olan Ohrid Şehri'ndeyiz.
Çocukluğumdan parçalar bulduğum, sıcacık, samimi, alabildiğine doğal ve sanki ülkemizdeyiz hissini uyandıran bir yer burası.
Ohrid, aynı isimle adlandırılan gölün kenarında kurulmuş, göl ile iç içe yaşayan bir şehir.

Kaldığımız otel göl kenarında. Otel, şehrin merkezinde olmasına rağmen otelden çıkıp Ohrid Gölü'ne girilebiliyor. Az ötede merkez çarşı var. Alışveriş yapanların sıcaktan bunalıp da ''göle bir girip çıkayım sonra eve giderim:))'' diyebileceği samimiyette bir yer burası.

Ohrid Gölü, Arnavutluk ve Makedonya arasında paylaşılmış. Gölün berrak suyu, gölün çevresindeki tepelere yerleşmiş bölgeye özgü evleri ve tarihiyle, şehir ve göl UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi'ne dahil edilmiş.

Arnavutluk'tan çıkıp Ohrid'e geldiğimizde hava kararmış, akşam olmuştu. Otele yerleşme akşam yemeği derken oldukça geç bir saat olmasına rağmen yine de üşenmeyerek otele yürüme mesafesinde olan şehrin kalbinin attığı merkez çarşıya geldik.
Çarşı girişi, kafelerde oturan neşeli kalabalığı ağırlıyordu, Makedonların kıvrak melodileri ise sokaklara kadar taşmıştı. Yetmişlerin Bursa'sına benzettiğim ahşap cumbalı evlerin sıralandığı sokaklar, gecenin ilerleyen bir saati olmasına rağmen bir o kadar kalabalıktı.

Ohrid, incisi ile meşhur. Böyle olunca çarşıda, gölden çıkarılan incilerden hazırlanmış takıların sergilendiği ve satıldığı dükkanlar yan yana sıralanmış.
Yine çarşıda yürürken mağazanın birinde allı güllü yerel bir elbise dikkatimi çekiyor. Elbisenin fiyatını sorduğum yaşlı tezgahtar kadın ''Benimle  Türkçe konuşabilirsin'' deyince, ayak üstü sohbeti epey bir koyulaştırıyoruz, neredeyse kadınla tanış çıkacağız.
Çay içmek için bir yer ararken karşımıza bu sefer ''İstanbul Kahvesi'' çıkıyor. Kahvede oturup buranın yerel halkıyla yine Türkçe sohbet yapıyoruz. Kahveci bir ara ''Bizi buralarda bırakıp gitmeyecektiniz'' dediğinde, içim burkuluyor. Yıllarca azınlık olmanın acısını çok çekmişler.
Ohrid'in sokakları Türk turistlerle doluydu. Balkan ülkelerine vizenin olmayışı ve bu ülkelerin bize yakınlığından dolayı son yıllarda Türk turistlerde bir patlama olmuş. Bu ülkede yaşayan Türklerde bu durumdan oldukça hoşnut gibi duruyordu.

RESNE
Ertesi gün Ohrid'den yerel bir tur ile anlaşıp gitmek istediğimiz yerleri söylüyoruz. İlk durağımız Resne...
Oldukça küçük olan bu şehirde görmek istediğimiz yer ise Resne'li Niyazi Bey'in Evi.
Aslında buraya ev demek yanlış olur, burası saray yavrusu gibi bir yer.
Bu evin hikayesine gelince: Osmanlı Hanedanı tarafından Niyazi Bey Resne'ye, yakın arkadaşı da Paris'e göreve gönderilmiş. Arkadaşı Paris Belediye Sarayı'nın önünde bir fotoğraf çektirerek Niyazi Bey'e göndermiş ve resmin arkasına da not düşmüş ''Ben bu binada çalışıyorum.''
Niyazi Bey'de bu notun altında kalmayarak, kendisinin böyle bir binada sadece çalışmayacağını, binanın aynısını yaptırıp sahibi olacağını da yazar ve dediğini de yapar.
Şimdi, Paris Belediye Sarayı'nın benzeri olan bu bina tüm ihtişamı ile hala ayakta.
Resne'li Niyazi Bey'in kim olduğuna gelince; Resne'li Niyazi Bey, İttihat ve Terakki döneminin önde gelen bir ismi. 2. Meşrutiyetin ilanına neden olan ayaklanmanın ilk kıvılcımını çakan iki kişiden biri. (Diğer kişi Enver Bey) Aynı zamanda Osmanlı-Yunan Savaşında büyük yararlılıklar göstermiş başarılı bir subay. Ancak ölümü kim vurduya gitmiş.
Niyazi Bey, Balkan Savaşı'nın kaybedilmesinden sonra Arnavutluk'tan İstanbul'a gelmek üzere bineceği gemiyi beklerken ortalık birden karışır, silahlar patlar ve Niyazi Bey vurulur. Arkasından meşhur ''Ne Şehittir Ne Gazi, Pisi Pisine Gitti Niyazi'' sözü söylenir. Evet, bu meşhur sözde adı geçen Niyazi, Resneli Niyazi Bey'den başkası değildir.

Şimdi bu ev kültür müzesi olarak değerlendirilmiş. Biz oradayken Çağdaş Türk Seramik Ürünleri sergileniyordu.

BİTOLA (MANASTIR)
Resne'den ayrılıp şimdi ismi ''Bitola'' olan, Osmanlı devrinde ise ismi ''Manastır'' olarak geçen şehirdeyiz. Bu şehirde özellikle ikiz kızlarımın heyecanla ziyaret etmeyi bekledikleri, Atatürk'ün eğitim aldığı ''Manastır Askeri İdadisi'' bulunmakta.

Günümüzde müze olarak kullanılan bu binanın ikinci katında bulunan Atatürk'e ayrılmış olan salona heyecanla giriyoruz. Girmemizle birlikte heyecan yerini hüzne bırakıyor.

İkizlerim göz yaşları içinde gülmeye çalışarak Atatürk büstünün önünde fotoğraf çektirirken ben de kendimi tutamayıp ağlamaya başlıyorum.
Daha önceki yıllar Anıtkabir ziyaretimiz sırasında da duygulanmıştık ama burası bir başka içimize işledi. Acaba Atatürk büstünün yanında duran Makedon bayrağı Ata'mızın bir zamanlar kendi yurdu olarak yaşadığı bu toprakların, şimdilerde başka ellerde olmasını hatırlatırcasına durması mı bizi bu hale getirdi?



O küçücük eller gözyaşlarıyla ıslanan anı defterinin sayfalarına neler yazdı bilmiyorum. Ama onlarla gurur duyduğum bir gerçek.
Salonda, Atatürk'e ait daha önce görmediğim fotoğrafları, bir de bu okulda okuduğu yıllara ait balmumundan yapılmış bir heykeli camekan içinde sergileniyor. Heykel, Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen tarafından yaptırılmış.
Salonun girişinde, Atatürk'e o yıllarda aşık olan bir kadının ''Eleni Karinte''nin Ata'mıza yazdığı bir mektup yer alıyor. Müze görevlisi bayan bu mektubun Türkçeye çevrilmiş bir kopyasını da bize veriyor.
Mektubu aynen yazıyorum.

Kemal Atatürk’e, herhangi bir zamanda ve yerde !
Çok seneler geçti, ben halen her gün içerisinde senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla ve kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu kopar ve kendine sor; inanabiliyor mu ki, Manastır’lı bir Eleni Karinte, bir günlük tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır ? Ve, benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum ! Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum !
Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağlamadım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı. Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi sordu. Ben de kendisine; “Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum” dedim. Ve artık kendisini görmedim. Babam beni hiçbir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim.
Tüm ömür bir gün içerisinde !
Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, senin Eleni Karinte.

Müzeden sonra günümüzde ''Sirok'' eskiden ''Hamidiye Caddesi'' olarak adlandırılan, trafiğe kapatılmış olan caddeye giriyoruz. Sağlı sollu restore edilmiş birbirinden güzel iki üç katlı evleri, şık kafe ve restoranlarıyla Bitola kentinin en hareketli bölgesi burası.
Atatürk'e mektup yazan Eleni Karinte'nin evi ve birçok ülkeye ait konsolosluk binaları -Türk Konsolosluğu da dahil bu sokakta.



















Caddenin bitiminde, Osmanlı yapısı 1558 yılında yapılan Yeni Cami ayrıca bir saat kulesi ve Büyük İskender'in babası olan ''II Philip''in  at üstünde bir heykeli bulunuyor.

530 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış olan Manastır'ın arka sokaklarına giriyoruz. Osmanlılardan kalma çarşının içinde, buram buram eskinin kokusunu aldığımız demir kepenkli küçük dükkanlar, hala Osmanlının izlerini taşıyor.

Zoki'ye Makedon köylerini gezmek istediğimizi söylüyoruz.
Zoki kim mi? Otele bıraktığı irtibat telefonundan ulaştığımız Makedonyalı bir rehber. Balkan turuna çıkan iki aile olarak gruptan koptuğumuz ve Zoki'yi bulduğumuz için keyfimize diyecek yok.

Bu yörenin insanı olan rehber, bizi köylere ve oradaki yaşamın içine götürüyor. Gittiğimiz köyün birinde doğal bir çamaşır makinesi ile karşılaşıyoruz.
Nasıl derseniz, anlatayım; doğal su kaynağından çıkan su, bir oluk yardımıyla büyükçe bir kazanın içine dökülüyor, dökülen su kazanın içine öyle tazyikli iniyor ki, çamaşırları aynı makinedeki gibi döndürerek yıkıyor. Üstelik su sodalı olduğundan çamaşırların temizliği için deterjan da gerekmiyormuş.

Ve Zoki'nin bize hazırladığı büyük sürpriz! Rehberin köyde turistler için kullandığı köy evine geliyoruz. Çardağın altında eşinin bizler için hazırladığı sofra ve Makedon yemekleri gerçekten muhteşemdi.
Yukarıdaki fotoğrafta da belli oluyor zaten.

Öğleden sonra Ohrid'e dönüş yolumuz üzerinde bulunan Galicice Milli Parkını ve bu parkın sonunda bulunan St. Petka Klisesi'ni ziyaret ediyoruz.

St. Petka Klisesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir ara cami olarak kullanılmış. Cami olarak kullanıldığı dönemde kilisenin içindeki freskoların üstleri beyaz boya ile kapatıldığından resimler çok iyi korunmuş.
Kilise, Ohrid gölü ve Ohrid'e yüksekçe bir tepeden bakıyor. Kilisenin terasından görünen manzaranın ise çok güzel olduğunu belirtmeliyim. Bu ara; bir kenarda demlenen, semaver çayından içmeyi de unutmayın derim.
Yukarıdaki fotoğraf, St. Petka Klisesi'nin yağlıboya tablosu. İstesem de kiliseyi bu açıdan fotoğraflayamayacağımdan, ben de tablonun resmini çekerek buraya yerleştirdim.

Bir günü daha bitirdik, tekrar Ohrid'e dönüyoruz. Akşam olduğunda yine çarşıya iniyoruz. Daha önce de yazdığım gibi çarşı gerçekten çok canlı, kaldığımız otele de yakın olunca ister istemez çarşıya sürükleniyoruz. Bu ara; ertesi güne, tekne turu için bilet alıyoruz. Çarşı girişinde göl turu düzenleyen teknelerin satış standları var.

Ertesi gün, inanılmaz güzel manzaraların eşliğinde iki saat süren tekne yolculuğu oldukça keyifli geçiyor. Aslında tekne turu iki saat gidiş, iki saatte dönüş olmak üzere dört saat sürüyor. Ancak bizi tekneden ineceğimiz yerde Ziko bekliyor olacağından, dönüş yolunu onunla birlikte ayrı bir güzergahtan tamamlayacağız.
Bu tekne gezisinin bedeli ise kişi başı 10 euro,

Gölün suyu inanılmaz derecede berrak. Yol boyu Tito'nun yazlık evinin önünden, plajlardan, sayfiye yerlerinden ve köylerden geçiyoruz.

Ohrid'e gelip de görülmesi gereken yerlerin başında St. Naum Manastırı geliyor. Buraya bizim geldiğimiz gibi ister iki saatlik tekne yolculuğu ile isterse karayolundan gelinebiliyor. Kiril alfabesini bulan St. Kiril ve St Metodius'un öğrencisi olan St. Naum, alfabeyi tüm Balkanlara yayanlardan biri.
Manastır, Ohrid Gölü kenarındaki bir tepe üzerinde konumlanmış. Manastır'dan gölün karşı yakasında bulunan Arnavutluk görülmekte...

St. Naum Manastırı 16.yy sonunda yapılmış. Manastırın kilise bölümünde ise St. Naum'un mezarı bulunmakta.
Rivayete göre; mezarın üzerine kulağınızı dayadığınızda, eğer iyi bir insansanız St.Naum'un kalp atışlarını duyulabiliyormuşsunuz. Bu sesi ya duyamazsam deyip gerçeklerle yüzleşmeme adına mezarı es geçiyorum:))

Manastırın iniş yolunda ise yine tarif edemeyeceğim güzellikte manzaralar bizlere eşlik ediyor. Yolun bir tarafı Ohrid Gölü, diğer tarafında ise gölü besleyen Drim Nehri bulunuyor.

 Doyumsuz yeşillikler içindeki Drim Nehri'ni gezmek üzere kıyıda bulunan küçük bir kayığa atlıyoruz.

















Yarım saatlik nehir gezisinin bedeli ise sadece 2 euro. Üstelik kayığı kullanan kişi bu yöre ile ilgili hikayeler anlatıp türküler söylüyor.

Yerel rehberimiz Ziko, karayolundan minibüsüyle gelip bizi St.Naum'da buluyor. Tekne ile geldiğimiz yolun dönüşünü kara yolundan yapıyoruz.

Bir önceki gün lezzetine doyamadığımız Makedon yemeklerini tekrar yemek istediğimizden, yine Ziko'nun köy evindeyiz. Bu sefer menü tamamen farklı.

STRUGA
Yemekten sonra Struga Kenti'nde bulunan Vevcani Köyü ve şelalesine geliyoruz. Yaz sonu olmasından dolayı şelale oldukça cılız akıyor. Böyle olunca nehir yatağında rahatlıkla yürüyüş yapabiliyor, ormanın içlerine doğru giriyoruz. Ormanın içi yeşilin her tonunu barındırıyor.
Sonra, yolumuz üstüne çıkan, oldukça temiz bir kafede mola veriyoruz. Derin derin temiz havayı ciğerlerime çekerken düşünüyorum; ''bu Makedonya gerçekten güzel ülke...''

Vevcani Köyü'nden Struga'ya geliyoruz. Struga; Ohrid'e 15 km uzaklıkta, Arnavutluk sınırına yakın bir yer. Ohrid Gölü ve Kara Drim Nehri kenarında bulunan şehir oldukça sevimli.
Şehrin en güzel yeri nehrin iki tarafında uzanan yürüyüş yolları. Nehrin üzerinde, bu yolları birbirine bağlayan çok sayıda köprü bulunuyor.

St.Naum Manastır bölgesinden göle akan Dirim Nehri, Ohrid Gölü'nden geçip, Struga'da tekrar Drim Nehrini oluşturarak Adriyatik Denizi'ne dökülüyor. Genelde göllere akan nehirler burada ters istikamet gösterip gölden denize akıyor. Böylelikle de bir dolup bir boşalan Ohrid Gölü'nün neden bu kadar berrak olduğu açıklanmış oluyor.
Ohrid Gölü aynı zamanda yılan balıkları ile de ünlü. Struga'da yaşayan bir Türk'ün bize anlattığına göre, Meksika Körfezi'nden yola çıkan yılan balıkları Ohrid Gölü'ne geliyorlar. Burada çiftleşen yılan balıklarının çift olarak Drim Nehri boyunca tekrar Meksika körfezine dönmelerine ise ''yılan balıklarının balayına çıkması'' deniyormuş. Yumurtalarını Meksika Körfezi'ne bırakan balıklar orada ölüyor ve yavruları tekrar buralara gelmek üzere yola çıkıyormuş.
Akşam tekrar Ohrid'e dönüyoruz. Zoki'yle son günümüzdü, ondan kartını alıyorum. Biz onun rehberliğinden çok memnun kaldık.
Makedonya'ya da yerel tur arayanlar için
ZOKİ TANZA....zoran_taneski@yahoo.com....tel: +389 0 70304613

Ertesi gün Ohrid'den ayrılıp Üsküp'e doğru yola çıkıyoruz. Şar Dağları boyunca Vardar Ovası'ndan geçiyoruz. Buraları ne kadar bizden yerler.

GOSTİVAR
Yol üstünde bulunan Gostivar Şehri'ne uğruyoruz. Bu şehrin en büyük özelliği Makedonya'da kullanılan Kiril alfabesinin bu şehirde geçmiyor olması. Türk nüfusun yoğun olduğu bu bölgede mağaza isimleri bile Türkçe.
Makedonya, birçok etnik grubu içinde barındıran bir devlet. En büyük nüfus Makedonlara ait olmakla birlikte ülkede; azımsanmayacak oranda Arnavut, Türk, Roman, Sırp, Boşnak ve Ulahlar yaşamakta.
Bu yüzden olsa gerek Avrupa'nın birçok ülkesinde Makedon salatası dendi mi, ortaya karışık salata geliyor.

TETOVA (KALKANDELEN)
Ülkenin üçüncü büyük kenti ''Tetova''  diğer ismiyle ''Kalkandelen'' deyiz.
Bu kentte anlatacağım en önemli yer Alaca Cami...













Alaca Cami, belki de zihnimden silinmeyecek nadir camilerden biri oldu.
Bu camiyi ''Hurşide'' ve ''Mensure'' adında iki kız kardeş 1459 yılında yaptırmış. Caminin dış cephesi diğer camilerde görmeye alışık olmadığımız bir tarzda kare şeklinde renkli çiçek motifleriyle süslenmiş. İçi ise bir kadının eli değdiği her halinden belli olan kök boyalarla işlenmiş.

1833 yılında ''Abdurrahman Paşa'' tarafından restore ettirilerek genişletilen cami, halk arasında ''Paşa Cami'' olarak da biliniyor.



Caminin içini gezdikten sonra bahçesine yerleşip güzel bir tabloya bakar gibi hayranlıkla bu camiyi seyrettim.
Sonra, caminin şadırvanından akan buz gibi sularından içip buradan ayrıldık.

Kalkandelen oldukça mistik bir yer. İkinci ziyaret yerimiz ''Harabati Baba Tekkesi''oldu.
Tekkeye çok büyük bir ahşap kapıdan giriliyor. Kapının üzerinde kocaman Arnavutluk ve Türk bayrağı dalgalanmakta. Büyük bir alanı kaplayan avlunun içinde; çok sayıda dökülmekte olan ahşap bina, çeşme ve mezarlık göze çarpıyor. En önemlisi de avlunun içinde cami ve cem evi yan yana, birlikteler.

Cem evinin içine giriyoruz. Duvarlarda boy boy Hz. Ali'nin resimleri var. İçeride bizi uzun sakallı bir derviş karşılıyor. Herkese lokum ikram ettikten sonra sorularımıza öyle güzel ve mantıklı cevaplar veriyor ki, bu aydın fikirli, nur yüzlü hocaya hayran kalıyorum.
Burada içimden geçenleri ve dervişe sorduğum soruları yazmıyorum, onları kendime saklıyor ve güzel bir sohbet sonrası bu Bektaşi tekkesinden ayrılıyoruz.

ÜSKÜP (SKOPJE)
Makedon dilinde Skopje olarak geçen ama bizim Üsküp olarak adlandırdığımız Makedonya'nın başkentindeyiz. Önce çok büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim. Belki de şimdiye kadar gördüğüm en kötü başkent ile karşı karşıyayız.

Bu fotoğraflarını aldığım yerler kent merkezi. Hem de tam göbeği.
Üsküp, Vardar Nehri kenarında kurulmuş. Şehir eski ve yeni olarak ikiye ayrılıyor ve bu iki kısmı birbirine çok sayıda köprü bağlıyor.

Bu köprülerden en önemlisi şehrin de simgesi durumunda olan ''Taş Köprü''
Şehir, heykel mezarlığı görünümünde. Fotoğraflara alamadığım ama başımızı nereye çevirsek denk geldiğimiz devasa heykeller her yerde...
Şehrin yeni kısmı şantiye görünümünde. Ancak gördüğüm o ki, kenti; 18. ve 19. yüzyıl mimarisini kullanarak Orta Avrupa şehirlerine benzetmeye çalışıyorlar.

Şehrin her yerinden görülen, yüksekçe bir dağa kondurdukları, büyük beton haç ise bu ülkede azımsanmayacak ölçüdeki Müslümanları rahatsız edecek görünümde. Bunun böyle olduğunu konuştuğumuz Müslüman gruplardan anladık. Özellikle bu konuda Arnavutlar çok tepkili.

Yine şehrin tam merkezinde bulunan bu heykelden de Yunanlılar muzdarip. Aslında ismi konmayan bu heykelin kime ait olduğu herkes tarafından biliniyor da bilmiyormuş gibi görünüyorlar. Hadi herkesin bildiğini bir de ben söyleyeyim. Bu heykel, ''Büyük İskender''in heykeli.
Büyük İskender'in ismi yüzünden Makedonya'nın komşusu Yunanistan ile ilişkileri neredeyse bir krize yol açacak boyutta... Aynı zamanda bu isim tartışması ''Makedonya'' ismini de kapsıyor.
Yunanistan'ın diretmesi sonucu Birleşmiş Milletler'de Makedonya'nın ismi hala ''Eski Yugoslavya Makedonya Cumhuriyeti''olarak geçiyor.
Makedonya ismi; aslında Makedonya Cumhuriyeti topraklarından daha geniş bir alanı ifade ettiği için Yunanistan'da da Makedonya bölgesi olduğundan ülke ismi burada sorun yaratıyor.
Bir de aralarında İskender'i paylaşamıyorlar. Yunanistan İskender benimdir, diyor. Makedonya ise hayır, benim.

Bir de Nene Terasa meselesi var. Aslında Üsküp doğumlu olan Terasa, Arnavut Katoliklerinden. Ancak, Üsküp bizimse Nene Terasa'da bizim diyor Makedonlar. Arnavutlar ise hayır bizim, diyorlar.
Yani burada herkes birbirine girmiş, karmakarışık bir durum var ortada.

Taş Köprü'nün ayırdığı, Osmanlılardan kalma eski şehre geçiyoruz. Burası Arnavut ve Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir yer. Bizim küçük Anadolu kasabalarından bir farkı yok.

Türk Çarşı'sı bölümünde ise yıkık dökük dükkanlar ve düzensiz yollar var. Her şeye rağmen eskiyi çağrıştıran bu sokaklarda gezmek yine de hoşuma gidiyor.

Çarşının merkezinde bulunan şadırvana geliyoruz. Şadırvanın etrafında lokantalar var, su sesi eşliğinde yemeğinizi yiyebiliyorsunuz.
Aklıma, İzmir'deki Kemeraltı Çarşısı'nda bulunan şadırvan ve etrafındaki esnaf lokantaları geliyor. Özellikle babamla birlikte çarşıya gitmişsem şadırvanda oturur yemek yerdik. Oranın lokantalarında da buradaki gibi köfte ve kuru fasulye olurdu.
Tüm bunları aklımdan geçirirken sipariş ettiğimiz güveçte kuru fasulye ve köfteler masaya geliyor. Kuru fasulyenin güzel olduğunu söyleyemem. Lokantanın hijyeni  kötü olduğundan, köfteleri de ancak gözlerimizi yumarak yutuyoruz. Daha sonra gelen ayran bardaklarında da ruj lekelerini görünce daha fazla dayanamayıp kalkıyoruz.
Zaten Makedonya'daki son günümüz, ertesi gün sabahın çok erken bir saatinde Kosova'ya geçeceğiz. Böyle olunca ''Hadi'' diyoruz, ''otele gidip dinlenelim'' Bana göre Üsküp de gezilecek fazla bir yer de yok.
Otele gidince ne mi yapıyorum? Televizyonu açıp Türk dizilerini peş peşe seyrediyorum.
Bu satırları yazarken düşünüyorum da Makedonya denince benim aklıma Üsküp gelmiyor. Ohrid geliyor, Bitola geliyor ya da Alaca Cami gibi yerler geliyor.
Bu saydığım yerleri düşününce, -tabii ki bana göre- Makedonya, mutlaka gidilip görülmesi gereken ülkelerden biri.