PERU

Peru ve Bolivya gezisine çıkmak için uzun bir süre düşündük. Tam çıkmaya karar verdiğimiz bir sırada gitmekten vazgeçip rotamızı başka bir yere çevirdik.
Aslında bu kadar kararsız kalmamızın altında oraya gidenlerin bize anlattığı ''yükseklik hastalığı'' yatıyordu.
Normal şartlarda 2500 mt yükseklikten sonra oksijen açlığı çekildiğini biliyorum.
Bu gezinin büyük bir etabı da 3400 ve daha üstü yüksekliğe sahip olan And Dağları'nda geçtiğinden, ''bu yükseklikte sıkıntı çeker miyiz'' diye düşünmeden edemedik.
Ancak gezinin sonunda Machu Picchu vardı ve vazgeçilecek gibi değildi.
Sonunda her türlü zorluğu göze aldık, diüretikleri, aspirinleri, ağrı kesicileri çantaya yerleştirip yola çıktık. İyi ki de çıkmışız.

LİMA
İstanbul'dan Madrid aktarmalı, bir türlü bitmek bilmeyen uçak yolculuğundan sonra başkent Lima'ya inerken aşağıda gördüklerimle ilgili aklımda; kocaman bir çöl ve uçsuz bucaksız bir deniz kaldı. 
Peru, coğrafik olarak üç kısma bölünmüş; Pasifik Okyanus şeridi tamamen çöl. Ülkenin orta kısmında And Dağları uzanıyor, And Dağları'ndan sonra ülkenin doğu kısmı ise Amazon Ormanları'yla kaplı.
Ülkenin başkenti Lima, Pasifik kıyısı boyunca uzanan, yeşillendirilmeyen bölgeleri dışında tamamen çöl olan bir şehir.

Başkent Lima'da kendi içinde üçe bölünmüş; tarihi kolonyal bölge, zengin sayfiye kısmı ve gecekondular olarak.
Bugünkü kentin çekirdeğini oluşturan eski Lima, 16. yüzyılda İspanyol koloniciler tarafından kurulmuş. Bu bölgede bulunan kolonyal yapılarda aynı zamanda Endülüs mimarisini de görmek mümkün.
Endülüs mimarisi deyince insanın aklına ister istemez ''Peru'da Endülüs mimarisi... ne alaka? diyesi geliyor ama... İşin içinde istilacı İspanyolların okyanus aşan gemileri olunca ''Aslında dünya ne kadar küçükmüş,'' diye düşünmeden edemiyorum.

Kentin kolonyal bölgesindeki  ''Plaza de Armas Meydanı''ndayız.
Koloni döneminden kalma yapıların çoğu büyük depremlerde yıkıldığı için Lima'da çok az tarihsel yapı kalmış.
Sömürgeci İspanyollar, diğer Güney Amerika şehirlerinde olduğu gibi eski Lima'yı da dama tahtası şeklinde birbirini dik açıyla kesen yollarla dizayn etmişler ve bu dama tahtasının tam ortasına da bütün yolların çıktığı  bir ''ana meydan'' yapmışlar. 
İspanyolların yaptığı bu ana meydanlar, tüm Güney Amerika şehirlerinde aynı isimle adlandırılmış; ''Plaza de Armas'' yani ''Silahların Meydanı''

Lima'daki Plaza de Armas'da birçok tarihi yapı toplanmış. Bunlardan biri, tüm ihtişamıyla sarayı andıran Başkanlık Sarayı... Diğerleri ise Belediye Sarayı, Lima Başpiskopos Katedrali ve Lima Katedrali.












Bu meydanın tarihi yapılarından biri olan Lima Katedrali'ni geziyoruz. Altın varaklarla donatılan işlemeler oldukça ihtişamlı.
Burada en çok dikkatimi İsa ve Meryem Ana'nın heykelleri çekiyor.
Heykeller, buranın halkına o kadar çok benziyor ki, hem Meryem hem de İsa sanki Güney Amerika yerlilerinden çıkmış gibi...
Sanıyorum İspanyollar burayı işgal ettiklerinde, Hristiyanlığı daha rahat yayabilmek için halka böylesine ortak bir yan sunmuşlar ve bu konuda da başarılı olmuşlar.
Şimdi Peru'da halkın %95'i Katolik Hristiyanmış.
Dikkatimi çeken diğer bir ayrıntı da Meryem Ana'nın giydiği elbise eteklerinin oldukça kabarık olmasıydı. Aynı buradaki bayanların giyimi gibi.
Bu tip kabarık etekler dağları simgeliyormuş. Anlaşılan İspanyollar burada iyi bir imaj çalışması yapmışlar.

Katedralin bir bölümü Lima'nın kurucusu Francisco Pizarro'nun bu topraklara nasıl çıktığını anlatan resimlere ayrılmış. Pizarro'nun ebedi istirahate çekildiği yer de bu katedralin içindeymiş.

Eski Lima'nın sokaklarını dolaşırken rehberimiz sevgili İlknur'da aralarda bize Farancisco Pizarro'nun bu topraklarları nasıl ele geçirdiğini anlatıyor.
1531 yılında İspanya Kralı tarafından altın bulmakla görevlendirilen acımasız Pizarro, topu topu 147 askeriyle koskoca İnka Medeniyeti'ni değişik oyunlarla çökertmiş.
Okuma yazması dahi olmayan Pizarro'nun işini kolaylaştıran da İnkaların çok iyi altın işlemeciliğini bilmelerine rağmen demiri işleyememeleri ve dolayısıyla da kılıcı tanımamaları olmuş. Aynı zamanda ilk defa ''At'ı'' bu sömürgecilerin altında görmüş olan İnkalar, savaş sırasında İspanyollardan bazı atları çalmış olsalar da nal yapamadıklarından bu hayvanları kullanamamışlar.
Sonuçta; istilacı İspanyolların Peru'da yaptıkları evrensel bir kıyım olmuş. Tıpkı zücaciyeci dükkanına giren fil misali ortalığı yıkıp dağıtmışlar bu arada tonlarca altını da İspanya'ya taşımışlar.

Plaza de Armas'dan yürüme mesafesi uzaklığındaki ''St Francis Katedrali''ne geliyoruz.
Mezarlığa gömülmektense Tanrı'ya daha yakın olma adına, bu katedralin bodrumlarında ölen insanlar olmuş.
Hala günümüze kadar da bu kemikler katedralin bodrum katında duruyor.

Lima'da en çok dikkatimi çeken bir diğer unsur da neredeyse her köşe başında bulunan polis cemseleriydi. St Francis Katedrali'nin çevresinde de bolca polis vardı.
Lima; polis ve asker ağırlığının hissedildiği, güvenliği olmayan bir şehir. Özellikle de geceleri...

Şehir de gezilecek çok iyi müzeler var. Bunlardan biri ''Museo Nacional de Arqueologia Antropologia Historia'' Müzenin ismi biraz uzun ama olsun:)
Burası; eski zamanlardan kalma gümüş işlemeciliği, heykeller, İspanyol istilacıları betimleyen resimlerle dolu, oldukça zengin bir müze.

Bana göre gezilmesi keyifli olan bir diğer müze de İspanyolca adı ''Museo de Arte de Lima'' olan, Lima Sanat Müzesi.
Mimarı; Gustav Eiffel. (Eiffel Kulesini daha sonra yapmış) Müzede; İspanyol öncesi ve sonrasına ait tablolar var.











Lima'nın lüks bölgesi Miraflores'deyiz. Buranın en popüler mekanı da Larkomar. Burası, bütünüyle okyanusa bakan; mağaza, kafe ve restoranların olduğu bir yer.

Miraflores, Antalya falezlerine benzer görüntüsüyle, Pasifik Okyanusu'nun plajlarından hemen sonra Chorillos uçurumunun üstünde konumlanmış.













Akşam yemeğini yine bu semtte, okyanusun içine doğru uzanan oldukça şık ''Miraflores Restorant''ta alıyoruz.
Burada olmak, okyanusun dalga sesleri arasında ve hafif müzik eşliğinde Peru'nun lezzetli yemeklerini tatmak oldukça keyifliydi.
Sonuç olarak; Lima, hiç beklemediğim bir biçimde temiz ve nezih bir kültür başkenti olarak aklımda kaldı.
Bu şehirde olmak bana iyi geldi ancak az zamanda çok yer görmek zorunda olduğumuzdan sabah erkenden Lima'dan ayrılıp Cusco'ya uçuyoruz.

CUSCO
Aklımın ve yüreğimin bir parçasını bıraktığım Cusco'dayız. Yükseklik hastalığının başladığı, ''aman dikkat edin her şey Cusco'da başlıyor,'' dedikleri nokta burası.
Deniz seviyesindeki Lima'dan uçakla birden And Dağları'nın platosunda yerleşmiş olan 3400 metre yükseklikteki Cusco'ya ani iniş gerçekten zormuş.

Cusco Havaalanı'na indiğimizde sempatik bir müzik grubunun çaldığı o güzel nağmelere rağmen ben iyi değildim. Dişlerimin firar etmek ister gibi her zamanki yerlerinde durmak istemeyişi ilk başta bana oldukça büyük bir acı verdi. Sonra baktım ki yürüyüşüm bir astronotun adımlarına dönmüş. Ayakkabılarımın içine sanki kilolarca ağırlık koymuşlar gibi adımlarım yavaşladı. Zaten nikotinle zehirlenmiş olan ciğerlerimden acil sinyaller gelmeye başladı. Genelde hep tetikte duran başağrılarım ise artık beni yoklama ihtiyacı bile hissetmeden öyle bir kendini gösterdi ki...


Havaalanında bindiğimiz tur otobüsü bizi otele yakın bir meydanda bırakmak zorunda kaldı.
Çünkü; otele giden yol otobüsün giremeyeceği darlıktaydı.
Gezilerimizin çoğunda tercih ettiğimiz Fest Travel'ın, bize valiz taşıtmayan ayrıcalığı bu sefer işimize bayağı bir yaradı.
Kendi vücudumuzu taşıyacak durumda değildik ki valizleri otele kadar nasıl sürükleyelim?
Cuso'da kalacağımız Libertador Hotel'e nefes nefese ulaşmaya çalışırken oteli karşıdan gördüğümde; ''buranın adı otel ama galiba biz bir pansiyona geldik'' dedim, yanılmışım. Otelin içi son derece konforlu ve Orta Çağ şatolarını andıran bir görüntüdeydi.

Şehrin dokusuna uygun olarak dizayn edilen otelin tam ortasında İspanyol tarzı kocaman bir avlu vardı.
Otele girer girmez ilk dikkatimi çeken sağa sola sürüklenen oksijen tüpleri oldu. Allah'tan o oksijen tüplerine hiç ihtiyaç hissetmedik. Ancak ilk olarak Cusco'da tattığımız, yükseklik hastalığına iyi geldiği söylenen koko çayının müdavimi olduk. Otelden çıkmadan önce dağıtılan koko çayından içip üstüne de ağrı kesicilerimizi  aldık mı gezmeye doyamadığım Cusco sokaklarına çıkabilecek duruma geliyorduk.

Tamamen bir taşra kasabası görünümünde olan Cusco, eskiden İnka medeniyetinin başkentiymiş. 16. yüzyılda İspanyolların buraya yerleşmeleriyle İnkalara ait eserlerin çoğu yok olmuş onun yerine İspanyollardan kalma barok tarzındaki mimari yapılar günümüze kadar gelebilmiş.

1983 yılından beri de UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne eklenmiş olan Cusco, İnka Medeniyeti'nin başkenti olmasından dolayı ve Machu Picchu'ya çıkmak için gelen turistlerin ilk durak yeri olması sebebiyle oldukça kalabalık bir şehir.

İnkalar zamanında, Cusco'yu çevreleyen on iki adet dağın, on iki insan karakterini simgelediğine inanılırmış. İnka geleneğinde, tıpkı akupunktur noktaları gibi tapınakların açılım noktaları oluşturabilmeleri için şehirlerin, çevredeki ruhların kesiştiği enerji alanlarında kurulmaları istenirmiş. Bu yüzden buradaki şehre ''Göbek deliği'' anlamına gelen Cusco adı verilmiş.

Otele girip çıkarken yanından geçtiğimiz, yukarıda fotoğrafı olan bu ihtişamlı binaya giriyoruz. Buranın ismi ''Coricancha''olarak geçiyor. Ancak orijinal ismi ''İnti' yani Güneş Tapınağı...
Burası İnkalar zamanında medeniyetin en önemli tapınaklarından biriymiş. Tapınağın bütün taban ve duvarları altın plakalarla döşeliymiş. İstilacı İspanyollar Cusco'ya gelince tüm bu altın plakaları söküp ülkelerine taşımışlar sonra da burayı kiliseye dönüştürmüşler.












Öğle yemeği için sokak arasında bir kır lokantasını andıran ''Pacha Papa Restoran''da soluklanıyoruz.
Dünya mutfakları arasında yer almayan Peru mutfağına haksızlık yapıldığı bir gerçek.
Peru'da okyanus kıyılarındaki kumluk alanlarda yetiştirilen sebzelerle, And Dağları'nın eteğindeki vadilerin patatesleri, mısırları, pancarları gerçek bir lezzet şöleni sunuyor. Zaten patates ve domates dünya tarımına Peru'nun bir armağanı.
Ayrıca Peru'da yetişen hayvanlardan olan alpaka, vikunya, guanako gibi hayvanların etleri de oldukça lezzetli.
Peru'da oldukça sık içilen, milli içkileri ''Pisco Sour''dan bahsetmek istiyorum.
Peru'da yemek için gittiğiniz restorana daha oturur oturmaz masanıza ilk önce Pisco Sour geliyor, sonra yemek siparişlerini alıyorlar.
İçinde; pisco şarabı, limon suyu, kahverengi şeker, yumurta akı ve tarçın var. Buz parçaları ile servis edilen Pisco Sour'un tadı fena değil.


Şehrin merkezi Plaza de Armas'a iniyoruz. Meydanın ismi burada da değişmemiş, aynı. Meydan cıvıl cıvıl. Turistler ve yerli halk birbirine karışmış.
Meydanda kafe ve barların çokluğu dikkat çekiyor. Barlardan yükselen pan flüt eşliğinde Latin Amerika ezgileri sokakları doldurmuş. Ortam olağanüstü keyifli.
Sadece bu şehre özgü gökkuşağı renklerini içeren, İnkaları temsil eden bayrak meydanda dalgalanıyor. İstisnalar kaideyi bozmaz ama normal şartlarda bir ülkenin bir bayrağı olur. Ancak Cusco'da durum böyle değil. Yüzyıllar önce bu topraklarda İnka Medeniyeti'nin yaşadığı unutulmamış. O yüzden Cusco'da dalgalanan bayraklardan biri İnkalara, diğeri Peru'ya ait.

Gece ise daha bir güzelleşen Cusco'da, sokaklarda dolaşmak oldukça güvenli.
Daracık sokak aralarında muhteşem güzellikte ve değerde sanat galerileri var. Bunlar geç saatlere kadar açık.
Gece otele döndüğümüzde ise işkence başlıyor. Günün yorgunluğunun verdiği korteks uyarıları ve oksijensizlik yüzünden uykuya dalmak çok zor! Bir sağ bir sol derken gece kabus gibi üzerimize çöküyor.

Ertesi gün girmediğimiz sokaklara, dolaşmadığımız müzelere giriyoruz, aralarda hep bir nefeslik molalar vererek. Bir koko çayı bir pisac sour içerek lacivert gökyüzünün altına bırakıyoruz kendimizi. Gerçekten de burada gökyüzü mavi değil lacivert. Keşke fotoğraflarıma daha güzel yansıtsaydım o rengi.

Cusco'ya 8-10 km uzaklıktaki Sacsayhuaman'a giderken, yol üzerindeki kocaman ''İnca Cola'' reklam panosunu görünce; Amerika'nın arka bahçesine kendi kolasını pazarlayamaması aklıma geliyor. Bu ülkede bizim bildiğimiz kolayı sadece turistler tüketiyor, buranın halkı sadece İnka Cola içiyormuş.  Ama sömürgeci zihniyet onun da çaresini bulmuş. Kendi kolalarını pazarlayamayınca bu sefer gelip İnca Cola'yı satın almışlar.
''İnca Cola'nın tadı nasıl?'' derseniz? ''Berbat'' derim. Oldukça şekerli, gazlı, kanarya sarısı renginde bir içecek işte...

Cusco'yu panaromik olarak gören ''Sacsayhuaman''dayız. Kale görünümlü, dev taşlardan oluşmuş bu yapı aslında İnka'ların Güneş Tanrısı olan İntiye adanmış bir tapınak merkezi.
Aynı zamanda burası ''İnti Raymi'' törenlerinin de yapıldığı kutsal bir mekan. Günümüzde de her yıl 24 Haziran'da İnkaların torunları tarafından kutlanan bu festivalde Cusco nüfusu ikiye katlanıyormuş.
Sacsayhuaman'daki dev çokgen taşların, harçsız olarak birbirinin üzerine yerleştirildiği biliniyor. Hatta bu taşlar o kadar düzgün kesilmiş ki, iki taş arasına bir kağıt bile iliştirilemiyor.
O tarihlerde tekerleği bile bilmeyen İnkaların kilometrelerce öteden tonlarca ağırlıktaki bu taşları getirip düzgünce kesmeleri ve bu taşların onca depreme karşı hala ayakta dimdik durmaları ilginç gerçekten.

Sacsayhuaman güzeldi hem de çok... Burayı bu kadar güzel yapan unsurlardan biri de buranın yerli halkıydı. Ellerinde sürekli ip kasnakları ve lamalarıyla gezen, rengarenk giysiler içindeki bu insanlar, İnkaların gerçek torunları.
Tüm kutsal mekanlarda olduğu gibi burada da beni etkileyen bir şeyler vardı.

İnkaların başkenti olan Cusco'yu gördükten sonra yine bu medeniyetin izini sürerek bu sefer İnkaların tarım yaptıkları  ''Kutsal Vadi'' adını verdikleri Urubamba'ya doğru yola çıkıyoruz. Sonra, Pisac ve Ollantaytanbo'ya uğrayıp Machu Picchu'ya biraz daha yaklaşacağız.

Yol üstünde; lama, alpaka ve onlarla aynı soydan gelen hayvanların yetiştirildiği bir çiftliğe uğruyoruz. Ülkemizde pek tanınmayan bu hayvanların aslında bizim koyunlardan çok da bir farkları yok. Evcil sayılan, tükürmenin dışında fazla da bir eylemi olmayan bu sevimli hayvanları bir süre ellerimizle besliyoruz.

Hayvanların yanından ayrılıp çiftliğin bir başka bölümüne geçtiğimizde, hayvanlardan alınan yünlerin ip haline getirilip boyanmaları ve kurutulmaları ile ilgili aşamaları gördükten sonra el tezgahlarında dokuma yapan bir çok Perulu bizi güler yüzleriyle selamlayıp koko çayı ikram ediyor.
Alpaka yünü, dünyanın en yumuşak ve en fazla ısıtan yünüymüş. Şimdi bu yünlerin üretildiği bir çiftliğe yolunuz düşer, üstüne; bu yünlerden yapılmış şal, bere ve eldiven gibi ürünlerin satıldığı bir mağazaya girerseniz ne yaparsınız?
Ne dediğinizi duyar gibi oluyorum, ben de aynısını yaptım zaten, alışveriş yaparken kendimi kaybettim.

Pisac
Urubamba Nehri kıyısında Kutsal Vadi'de yerleşmiş, şirin mi şirin bir yer Pisac. İnkalar yüzyıllar önce burada teras sistemini gerçekleştirip deneysel olarak tarım yapmışlar. Bitkilerin yüksekliğe uyum sağlamaları için onları aşağıdan yukarıya doğru ekiyorlarmış. Bütün bu çalışmalar sonucu 200'ün üzerinde patates ve 50'den fazla mısır türü yetiştirmişler.












Sonra, aşağıda gördüğümüz Pisac'a iniyoruz.
Kasaba girişi kalabalık. Burada yaşayan halk; tamamen yerel kıyafetler içinde o kadar kendilerine özgüler ki...
İletişim teknolojisi arttıkça, dünyadaki insanlar birbirine ne çok benzemeye başladı, diye düşünüyorum. Ama Peru'da olduğu gibi hala gelenek göreneklerine bağlı, kendilerine özgü giyim ve yaşam tarzları olan insanlar var.
Peru'nun nüfusunun neredeyse yarısını Kızılderililer oluşturuyor. Kızılderili soyundan gelenler de kendi içlerinde, konuştukları dile göre ikiye ayrılmış. Ülkenin kuzeyinde aynı zamanda bu bölgede Quechualar çoğunluktaymış, güneyde ise Aymaralar.

Pisac'ın, haftanın her günü açık olan bir pazarı var. Oldukça büyük bir alanı kapsayan pazarda; takıdan, yerel giysilere, şallara, kilimlere, berelere kadar her şey var.
Aslında alışveriş bahane, buranın havasını koklamak bile yetiyor insana...

Pazarın bir bölümünde sebze ve meyveler satılıyor. Cusco'ya göre daha aşağı yerleşimli olan bu vadi, zaten bir tarım bölgesi. O yüzden buranın sebze ve meyvesi bol.

Kuş uçmaz kervan geçmez derler ya... İşte böyle bir yerde, dağların arasındaki vadide bulunan otelimiz ''Sonesta Posada Del İnka Yucay''dayız.

Odaları ve yemekleriyle muhteşem bir otel. Ancak en güzel tarafı böylesine bakir bir alanda bize bu konforu sunmaları.

Ollantaytombo
Yine bir İnka şehri olan Ollantaytombo'dayız. Şehrin isminin, Kral Pachacutec'in ordusundaki Ollanta isimli bir subayla, onun aşık olduğu Tambo adlı bir prensesin isimlerinin birleştirilmesinden geldiği söyleniyor.
Ollantaytambo, Kutsal Vadi'nin en önemli kontrol noktalarından biriymiş. Buranın  iklimi de besinleri  bozulmadan saklayabilmelerine imkan verdiğinden dolayı İnkalar, çevre dağlarda dev mağaralar yapıp yıllık besinlerini buralarda koruma altına alırlarmış.

Ollantaytambo'da karşıdan bakıldığında merdiven gibi görünen büyük teraslar var. İnkalar bu teraslarda tarım yapıyorlarmış.

 Biraz soluklanmak için mola verdiğimiz şirin bir kafe...













Eski İnka şehrinin büyüleyici atmosferinden sonra Ollantaytombo'nun hemen aşağısında yer alan küçük bir köye uğruyoruz.
Köyde; hala İnka ustalarının taşlarını yerleştirdikleri sokaklar kullanılıyor. Evler ise İnka taş duvarlarının üzerine yerleştirilmiş.

Ve nihayet... Machu Picchu'ya gidiyoruz... Tabii ki bu trenle Machu Picchu'ya kadar gitmeyeceğiz. Ollantaytambo'dan Aguas Calientes kasabasına kadar süren bir yolculuk bu...
Eskiden bu kasabaya ulaşan tek tip bir tren varmış; yöre halkıyla birlikte binilen bu trene aynı zamanda köylülerin hayvanları da eşlik edermiş, ''renkli bir tren gezisi olurdu'' diyor bilenler.
Ancak şimdi turistler için ayrı bir tren sefere konmuş. Oldukça konforlu, yemek ve içecek servisi yapılan... En güzeli de trenin üstü camekan; yol boyu karlı dağları seyretmek oldukça keyifli.

Aguas Calientes, küçük bir kasaba. Burası Machu Picchu'ya çıkmak için son konaklama yeri olduğundan; çarşı, pazar, restoran ve barlar buranın kalabalık turist gruplarına cevap verecek kapasitede. Restoran ve kafelerde ise mutlaka canlı müzik var.













Aguas Calientes'de Sumaq Hotel'de kalıyoruz. 
Kızgın bir şekilde çağlayarak akan akarsuyun hemen yanında kurulan bu oteli unutmam mümkün değil. Su sesinin eşliğinde çektiğim o rahat uykunun ise tarifi yok.












Hele vadiye bakan restoranı...
Sonra dağlardan aşağı kayan o bulutların dansı...
İnanılmaz bir manzara var burada...
Ertesi sabah çok erken bir saatte otelin önünden kalkan bir minibüse binerek yarım saat süren bir yolculuk sonrası Machu Picchu'da olacağız.

O müthiş gün geldi, Machu Picchu'ya gidiyoruz.
Aguas Calientes'den kalkan minibüse bindiğimde ise oldukça heyecanlıyım. Kolay mı yıllarca bu şehrin belgesellerini izlemişim, izlerken de ''Tanrım! Rüya gibi" diyerek iç geçirdiğim yere gidiyorum.
Söyledikleri gibi yol yarım saat sürüyor. Minibüsün şöförü son durağa geldiğimizi söyleyip de yolcular inmeye başlayınca Machu Picchu'ya geldiğimizi anlıyorum ancak kayıp şehir adına yakışır biçimde hala görünürde yok!
Minibüsten indiğimiz yerin hemen yanında Machu Picchu'ya geldiğimizi gösteren bir tabela ve onun yanında da kocaman bir restoran var o kadar.

Sonra yüksekçe bir duvarın yanındaki patika yolda ilerleyerek ancak elli adım ya attık ya atmadık bir anda Machu Picchu karşımıza çıktı...
Bir an nefesimin kesildiğini hatırlıyorum. Rüya ile gerçek arasında sanki asılı kaldım. Tıpkı bu şehrin bulutlara asılı kaldığı gibi...

İnka asillerinin ve teokratik kastının şehri olan Machu Picchu, Vilcabamba Dağları üzerinde 2350 mt rakımda Urubamba Nehrini'nin oluşturduğu bir kanyonda kurulmuş. Yani bu da demek oluyor ki Cusco, Machu Picchu'dan daha yüksekte kurulmuş.
Bu şehirde İnkalar ancak 100 yıl yaşayabilmişler. İspanyol istilasından sonra Machu Picchu'yu terk eden İnkalardan bir daha buraya dönen olmamış. Böylece bu antik şehir 500 yıl boyunca saklı kalmış.
Allah'tan o zamanlar bu şehri İspanyollar bulamamış. Bulsalardı eminim bu güzelliğe şahit olamayacaktık.

Hiç bir şeye değer vermeyen, tek amaçları altın ve hazine aramak olan barbar İspanyol istilacıların nasıl olup da bu şehri bulamadıkları hala tam olarak bilinmiyor.
Büyük olasılıkla Kutsal Vadi'nin girişini korumak için kurulan Ollantaytambo'nun İspanyolların eline geçmesinden sonra Ollantaytambo çıkışındaki yolun ikiye ayrılması ve İspanyollarla savaşan İnka Kralı ''Manco İnka''nın dağlara çekildiği yolu takip eden İspanyolların, Machu Picchu'ya giden yola girmek akıllarına gelmedi  diyor kaynaklar.

Şehrin 1450 yılından sonra inşa edildiği ve 1532 yılında İspanyol istilasından sonra terk edildiği anlaşılıyor.
Genelde bu bilgiler hep varsayım üzerine kurulu. Çünkü, İnkalar hiç bir zaman yazıyı kullanmadıkları için bizlere de yazılı bir belge bırakmamışlar.
Yalnız ilginç ve sırrı hala çözülememiş olan, İnkaların kullandığı sicimler üzerine attıkları ''Quipu'' adı verilen renkli düğümlerle bazı bilgileri aslında kayıt altına aldıkları...

Kayıp şehrin yeniden keşfedilmesi ise 1911 yılında gerçekleşiyor.
Amerikalı tarihçi Hiram Bingham, İnkalarla ilgili araştırma yaparken Cusco'da gizemli bir şehirden bahsedildiğini duyuyor. Daha sonra Ollantaytambo'dan ileri başka İnca şehrinin olmadığı ileri sürülürse de Bingham, araştırmalarını sürdürerek en sonunda Machu Picchu'ya ulaşıyor.

Bu bölgede, değişik renklerde hem de doğal ortamında orkideler yetişiyor. Her noktası gizem ve bilinmezlik içeren Machu Picchu'nun bize sunduğu bu orkide sürprizi de oldukça şaşırtıcı...

Daha neler mi yaptık bu şehirde? Eskiden tarım alanı olarak kullanılan  taraçalarda yatıp uzandık. Dağların ve bulutların arasında kaybolduk, taşlara dokunduk, merdivenlerden bir aşağı bir yukarı inip çıktık. Her kareyi hafızamıza ve fotoğraf makinamıza kaydettik. Burada bulunma şansını ve fırsatını bize veren Tanrıya dua ettik.
Machu Picchu'da, ''Ancak yaşanır, anlatılamaz'' denilen yerlerden biriydi bizim için.













Machu Picchu'dan sonra kaldığımız kasabayı gezdik, yerli halkın yaptığı, İnka motifleri içeren yağlıboya tablolardan dayanamayıp aldım. Bunları gösterirken grubun paparazzisine yakalandık.
Hava güzeldi, kafeler canlı, cıvıl cıvıldı. Restoranlardan Latin ezgileri sokaklara taşıyordu. Katıldığımız grubun sohbet katsayısı yüksekti...
Güzeldi işte... Burada her şey çok güzeldi...

Ertesi gün mavi tren bizi almaya geldi. Dönüş yolu eğlenceliydi. Bir anda trenin içinde müzisyenler belirdi. Latin müziğini sevmeyen mi var? Hele o karlı dağların arasından geçerken...

Geceyi Cusco'da geçirdikten sonra sabahın erken bir saatinde otobüsle Peru'nun güneyine, Puno'ya hareket ediyoruz. Cusco-Puno arası yaklaşık 400km.

Yolda, Andahuaylillas Kasabası'nda durup ''Sistine Şapeli'' olarak adlandıran kiliseyi ziyaret ediyoruz.
Bu kiliseyi inşa eden İspanyollar; kilisenin içine, tavana yakın bir yere kocaman bir güneş figürü yerleştirmişler, aynı İnkaların ''İnti'' Güneş Tanrısı gibi. Buradaki yerli halkı Hristiyan yapmak için çok uğraşan İspanyollar gerçekten iyi çalışmış.


Kasaba çok tipik, tamamen kendine özgü. Güneye, Titicaca Gölü'ne inen turistlerin geçiş yolu üzerinde olan kasabanın ortasında yine turistler için küçük küçük hediyelik eşya tezgahları kurulmuş.
Sokaklarda sadece çok yaşlılar ve çocuklar görülüyor. Yaşlıların çoğu başlarındaki şapkaları devirip uyku moduna geçmişler. Sanki Andahuaylillas Kasabası'nın üzerine ölü toprağı atılmış gibi...

Bu sefer Raqchi Kasabası'ndayız. Kasabada bulunan İnca Medeniyeti'ne ait Wiraqocha Tapınağı'na uğruyoruz.
Bu tapınağın önemine gelirsek; İnkalar çok tanrılı bir dine inanıyorlardı. İnandıkları bir yaratıcı tanrı ve onun yarattığı başka tanrılar vardı. İşte tanrıların ilki olan yaratıcı tanrının ismi Wiraqocha'ydı ve bu tapınak onun için yapılmıştı.
Bu tapınakta görülen silindirik sütunlar ise sadece buraya özgüymüş. And'larda bu özelliğe sahip başka bir yapının bulunmadığı söyleniyor.

Sonra kasaba meydanına kurulan pazarı geziyoruz. (Yazarken fark ettim, Peru'da ne çok pazar yeri gezmişiz:) Güneye, Bolivya sınırına doğru indikçe burada yaşayan yerli halkının kıyafetleri de değişmeye başlıyor.

Peru halkının yarısının Kızılderili soyundan geldiğini, ülkenin kuzeyinde Kızılderili Quechuaların, güneyde ise yine Kızılderili soyundan gelen Aymaraların çoğunlukta olduğundan yukarıda bahsetmiştim.
Bu bölgede ise Aymaralar çoğunlukta ve bu kasabanın halkı da Aymara...
Yol üstünde gördüğümüz bir çok köy gibi burası da oldukça fakir bir yerleşim alanı. Bölgenin rakımı 3500'ün üzerinde olduğundan, bölgede doğru dürüst ağaç yetişmiyor. Bu yüzden yakacak olarak odunu kullanamıyorlar. Bundan dolayı birçok evin bacası yok! Yemeklerini ise tezek yakarak pişiriyorlar.


Dediğim gibi yol uzun, git git bitmiyor. Kasabalar, köyler derken... Mola yerlerinde fotoğraf makinem yine boş durmuyor.

Ve... sonunda yolun zirvesindeyiz. ''La Raya'' geçidinin rakımı 4338mt.
Artık akciğerlerim iflasın eşiğinde. Hepimiz zor adım atıyoruz. Her üç adımda bir -zaten az olan oksijeni- soluklanmaya çalışıyoruz. Bir ara bizim gruba bakıyorum da görüntü oldukça komik geliyor. Herkes birbirinin nefes alış verişini duyuyor.
''Çok kızmış, burnundan soluyor'' derler ya.. Aynı o durumdayız.

Nihayet sabah çıktığımız yol, akşama doğru Titicaca Gölü'nün kenarında kurulmuş olan Puno Şehri'nde son buluyor.
Gölün hemen kıyısında olan ''Libertador Esteves Puno'' otelinde konaklıyoruz. Yine çok yüksek bir rakımda olduğumuzdan otelin oksijen tüpleri faaliyette.
Ertesi gün dünyanın en yüksek yerleşimli başkenti olan Bolivya- La Paz'a geçilecek. Ancak gruptan kopmalar başlıyor. Çok kişi oksijen desteği aldığından Bolivya'ya geçecek durumda değiller.

Bolivya'da iki gün kaldıktan sonra kara yolu ile tekrar Puno'ya dönüp, oradan Juliaca Şehri'ne geçiyoruz.
Juliaca'nın bir özelliği yok, sadece kentin havaalanını kullanıp Lima'ya uçuyoruz.
Lima'da bir gece konaklayıp Peru'nun Güney Pasifik kıyısında yer alan kenti İca'ya hava yolu ile geçiyoruz. Yol uzuyor ama başka çaremiz yok!
Artık deniz seviyesindeyiz. Yerleştiğimiz Dunas Otel, onca bozkırlardan sonra yeşilliği ve palmiyeleri ile bize cennet gibi geliyor.

Ertesi sabah İca'dan Pisco'ya geçiyoruz. Bu ara seyahat trafiğimiz baş döndürücü tarzda ilerliyor...
Pisco'ya; Galapagos Adalarına benzeyen, farklı canlı türlerine ev sahipliği yapan, Paracas rezervi ve Ballestas Adaları'na gitmek üzere geldik.



Paracas'dan -yaklaşık iki saat sürecek- sürat teknelerine binip, Pasific'de bulunan Ballestas Adalarını görmeye gidiyoruz.
Tekneye ilk bindiğimiz yerde, karşıdaki kum tepesinin üzerine çizilmiş olan şamdan figürü ise çok ilginç...
''El Candelabro'' adı verilen ve toprağın yaklaşık bir metre derinliğinde kazılmasıyla oluşan çizgiler yüzyıllar öncesinden kalma ve o zamanlardan günümüze kadar zamanın yıpratıcı etkisine direnmiş.
Bu figürün, korsan gemilerine yol göstermek amacıyla çizildiği söylense de, şamdan şeklinin neden çizildiği tam olarak bilinmiyor.

Yol boyu binlerce belki de milyonlarca kuş bize eşlik ediyor. Muhteşem bir görüntü...

Ballestas adalarına ayak basmak yasak. Çünkü dünyanın en değerli gübresi bu adalarda... Milyonlarca kuşun pisliği belirli zaman aralıklarında bu adalardan toplanıp, dünyanın çeşitli ülkelerine ihraç ediliyormuş.
Kuşların sahip çıktığı bu adaların etrafını sadece tekneyle dolaşmak bile başlı başına büyük bir zevk.

Kuşların dışında farklı canlı türlerine de ev sahipliği yapan bu adalarda; pembe ve beyaz flamingoları, fokları ve penguenleri de görmek mümkün.

Öğleden sonra Nazca'ya geçiyoruz. M.S 100 ve 600 yılları arası var olduğu sanılan ve ilk olarak 20.yüzyılda fark edilen Nazca çizgilerini görmek üzere buradayız.
Nazca Çölü, Peru'nun güneyinde ve And Dağlar'nın kıyıya bakan eteklerinde yer almış.
Yağmur almayan bu bölgede, yukarıdaki resimde görüldüğü gibi çöle çizilmiş halde bir kenarı yüzlerce metreyi bulan hayvan figürleri bulunuyor.
Şekiller çok büyük olduğundan yerden fark edilmiyor. Bu figürler ancak çöl üzerinde yapılan uçuşlarda görülebiliyor.

Cessna tipi -pilotla beraber ancak dört kişinin zor sığdığı- bu uçakla Nazca çizgilerini kuş bakışı görmeye gidiyoruz.
Tüm pilotlar Rusya'dan gelmiş. Gerçi pilotları Ruslara pek benzetemedim. Rus olup da yakışıklı olan pek olmaz ama neyse, bize söylenen buydu.

1039'da Naziler'den kaçarak Peru'ya sığınan Alman matematikçi Maria Reiche hayatını bu çizgileri araştırmaya adamış. Maria Reiche, öncelikle bu çizgilerin neden çizildiğini araştırmadan önce nasıl çizildiği sorusuna açıklık getirmiş. Ona göre, kumun daha koyu olan üst tabakası kazınmış ve böylece alttaki daha açık bir tabaka ortaya çıkarılmıştı.

Nazca'nın şekilleri ''Tanrıların Arabaları''nı yazan Erich von Daniken sayesinde popüler olmuş. Kitabında, bu dev şekillerin uzaylı zekasının ürünü olduğunu öne süren Daniken'e göre bu şekiller uzay gemilerinin iniş pistleriydi.
Yukarıdaki fotoğrafta görülen şekil de bir astronota ne kadar benziyor.

Yine bazı araştırmacılara göre bu şekiller Güneş'in, Ay'ın ve bazı yıldızların pozisyonunu yansıtıyordu. Ve insanlara; ne zaman ekin ekmelerini, ne zaman tarlalarını sulamalarını gerektiğini hatırlatıyordu.
Ama bu şekiller neden görünür olarak kayalara çizilmemişti de yerde bulunan insanın göremeyeceği şekilde çizilmişti?
Daha sonra bilgisayar aracılığı ile yapılan hesaplarda; şekillerin ve çizgilerin sadece %20'sinin astronomik pozisyonlara uygun düştüğü görülmüş. Böylece bu tez de çürütülmüş.

Nazca çizgileri ile ilgili teorilerin sonu gelecek gibi değil. Onun için teorileri burada kesip bizim bindiğimiz uçağa dönmeliyim.
Uçakta durumlar iyi gitmiyor. Şekilleri daha rahat görüntüleyelim diye, pilot bir sağa bir sola uçağı yatırdıkça, bir parende atmadığı kalıyor ve bizden önceki grubun başına gelenler sonunda bizimkilerin de başına geliyor. Önde, pilotun yanında oturan arkadaşımızın başı düşüyor, bayıldığını anlıyorum ama yapacak hiçbir şey yok! Uçağın içi o kadar dar ki...
Biraz sonra yanımda oturan eşimin de terleyip, yavaş yavaş senkoba girdiğini anlıyorum. Bakıyorum pilotta hiçbir telaş emaresi yok, demek ki bu duruma alışkın! Dediğim gibi benim de yardım gibi bir seçeneğim olmadığına göre çünkü, yerimden kıpırdamam bile zor, o kadar sıkışmışız.
Sonuçta ne mi yapıyorum? Aşağıda gördüğüm 26 Nazca şeklin hepsini fotoğraflıyorum. Telaş yapıp ciyak ciyak bağırmaktan iyidir.

Sonunda çok güzel bir günü daha bitiriyoruz. Dönüş yolundayız, İca'ya iki saatlik bir yolumuz var. Geceyi İca'da geçirdikten sonra ertesi gün; Lima, Madrid ve İstanbul'a zorlu bir uçuş olacak.

Sonuç olarak; oldukça zor bir parkur olmasına rağmen, her türlü zorluğa değecek güzellikte olan Peru gezisi, nefesine güvenen herkese şiddetle önerilir.